Günler, hatta saatler geçtikte yaşanan sürecin karmaşıklığı ve buna bağlı olarak yüklenilmesi gereken görevlerin derinliği de artıyor. Bu sözler ya da kavramlar laf olsun torba dolsun diye yazılmıyor. Tekrar olsa da, yaşanan acımasız ve karmaşık süreç bu cümleleri yazdırıyor. Açlık grevlerinin ölüm eşiğine dayandığı kimilerince görmezden gelinse ve kimilerince es geçilse de bu süreç vicdanlı insanlar için hiçte kolay değil. 1980’li yıllarda Amed zindanındaki ölüm oruçlarını ve açlık grevlerini görmüş, cezaevinde “demokratik haklar” için yürütülen mücadeleye yakından katılmış olanlar için bu sürecin verdiği ızdırap daha yakıcı oluyor… Amed cezaevindeki mücadele hem içerik hem de kapsam olarak daha lokal olmasına karşın, cezaevi kitlesinin mücadeleye büyük katılım göstermesi ve “biz çocuklarımızı ölüme terk etmeyiz” deyip aylarca cezaevi kapısından ayrılmayan Kürt halkı ve demokrasi güçleri sayesinde başarı kazandı. Bu başarı, hem devrimci mücadele için önemli bir tecrübe oluşturdu, hem de Kürt halkının “kendisi olmasında”, nitel güç olmasında bir basamak oluşturdu. Evet, Amed cezaevinde tüm devrimci partilerin ve grupların katılımı sayesinde hem demokratik kazanımlar elde edildi, hem de yeni insani değerler yaratıldı. En önemlisi birçok devrimci yapı arasında “ölüme varan” sayısız çatışmaların yarattığı düşmanlığın yok olmasının zeminini oluşturdu. Daha da önemlisi işkence ve baskılar altında sinmiş, “tarafsızlaşmış” hatta cezaevi yönetimiyle işbirliği yapacak kadar ihanet içine girmiş tutukluların yeniden mücadeleci bir ruh ve kimlik kazanmasının yolunu açtı. Amacım o günleri anlatmak değil. Zaten o günlerle ilgili çok şey yazılıp, çizildi. Ben de “Alev, Duvar ve TKP” adlı kitabımda bu konudaki yaşanmışlığımı yazdım.
Kuşkusuz o günleri anlamak ve dersler çıkarmak şimdiki “açlık grevlerinin”mahiyetini kavramak için önem arzetmektedir. Daha da önemlisi bugünkü devrimci görevlerin yüklediği sorumlulukları bulup çıkarmak ve de ona uygun devrimci pratik geliştirmek gerekir. Evet, Türkiye ya demokrasi ya “despotizm” seçeneğinin yaşandığı yol ayrımındadır. Dahası Ortadoğu halkları böylesi bir süreç içinde boğuşmaktadır. O nedenle olup bitenleri ve buna bağlı uygulanan baskıları salt “klasik Kürt sorunu” çerçevesinde değerlendirmek ve “sorunun” sadece Kürtleri ilgilendiren bir sorun olduğunu söylemek en hafif tanımıyla bu mücadeleyi anlamamak ve verilmesi gereken mücadeleden kaçmak için kıvırtmak olacaktır. Artık “Kürt Sorunu” sömürüyü sınırlandırma ve giderek her türlü eşitsizliği ortadan kaldıran “adil bir sisteme” ulaşma sorununa dönüşmüştür. Gelinen aşamada “Kürt sorunu” olarak ortaya çıkan tüm meselelerin “geniş anlamıyla” ve global bir sorun olduğunu görmek gerekir. Aksi değerlendirmeler demokrasi sorunlarından uzaklaştırmayı getireceği gibi, oportünizmin yeşermesine de zemin yaratacaktır. Kısacası kimi “sol çevrelerin” başına bela olan şovenizmden kurtulmayı zorlaştıracaktır.
“Tecridin kalkması” amacıyla verilen mücadelenin öneminin kavranması için öncelikle Kürt paradigmasının anlaşılması gerekir. Dahası bu paradigmanın alışagelmiş devrimci teoriden daha somut olduğunu, değişime katılacak sosyal tabakaların ve sınıfların yaşamı yeniden nasıl ele alacaklarını görmeleri ve kavramaları zorunluluktur. Somut biçimiyle bu konu kavranılmadan ne yürütülen açlık grevlerinin içeriği tam olarak anlaşılır ne de bugüne kadar kimi “Türk solunun” yürüttüğü mücadeledeki sığlık ve “yöntemsizlik” kavranılır. Öğrenilmesi gereken durum; bu içeriğin hem “Kürt sorununu” klasik bir ulusal sorun olmaktan çıkarmış olması, hem de bu sorunun sadece Kürtlerin bir sorunu olmadığı, herkes için bir özgürlük, eşitlik ve demokrasi sorunu düzeyine yükselmiş olmasıdır. Dar anlamda “sınıfa karşı sınıf mücadelesini” yürütmek isteyenler için Kürt paradigmasını ve bu paradigmaya temel oluşturan “barış” mücadelesini kavramak elbette kolay olmayacaktır. Bu paradigma için gerekli olan “kendi olmak” alışagelmiş klasik anlamı ile yeni bir içerik taşıyan “kendisi olan” anlayışı arasındaki diyalektik gelişme kavranılmadıkça ne Kürt sorununu anlamak mümkün olur ne de yıllardır verilen mücadele kavranılır. Bu reel durum yeterince görülüp kavranılmadığı için de “açlık grevlerine” gerektiği şekilde sahip çıkılamıyor. Kürt paradigmasına kararsız ve ilkesiz bakış “açlık grevleriyle” gerekli olan desteği göstermede engel oluşturuyor. Parlamenterizmin kimi unsurlara sağladığı maddi ve manevi olanakların yeşerttiği oportünist davranışlar da hesaba katıldığında durum anlaşılır oluyor. Alican Önlü’nün dediği gibi; “Zamanın ruhu; Üçüncü Yol”dan başkası değildir.