Bir küsur yıl önce TÜSİAD YK üyeleri ile buluşan Erdoğan şöyle der: “İlanla hükümet değiştirme dönemi artık tarihte kaldı. Geçmişte, TÜSİAD’la ilişkilerimizdeki sorunlar, kamuoyu önünde ve medya aracılığıyla mesaj vermelerinden kaynaklandı. Benimle bu şekilde doğrudan konuşun!” Erdoğan’ın kastettiği aşikâr: Bundan böyle TÜSİAD’ın temsil ettiği sermaye kesimleri ancak “reis” aracılığıyla siyasete müdahale edebilecek, “onunla doğrudan konuşacak”, siyasal karar alma mekanizmalarını etkilemeye dönük özerk gücünü “reise” devredecektir.
Devletin kurumsal mimarisinin “başkan” merkezli olarak yeniden yapılandırılması anlamındaki Bonapartist girişimin bir gereği de budur. Hâkim sınıfın Erdoğan’ın kazandığı özerkliği bir tehdit olarak algılayan kesimlerinin bu sürece takoz koyması güçtür. Erdoğanizme alternatif olabilecek parti ve aktörlerin zayıflığı, muhalefetin parçalı yapısı ve devlet içi fraksiyonlar arası çelişkiler, alaturka Bonapartizmin elini serbest bırakmaktadır. Üstelik hâkim sınıfın “liberal” unsurları yalıtılmış durumdadır ve topluma moral/entelektüel liderlik uygulayabilecek niteliklere ve cesarete sahip değildir.
TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan’ın sene başında ettiği sözler bu özgüvensizlik ve takatsizliğin itirafı gibidir: “Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız. Değişime uyum sağlamak ve değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz.”
Hâkim sınıfın değişik fraksiyonlarının, iktidar blokunu bir başka biçimde bütünleştirecek alternatif bir yol önerecek enerji ve cesareti yok gibidir. Bu durumda “sahip olanlar”, kârına kâr katmayı sürdürebilmek için, ya da Marx’ın ifadesiyle, “toplumsal gücünü muhafaza edebilmek için kendi siyasal gücünün kırılması gerektiğini”, “kesesini kurtarmak için zorunlu olarak kendi tacını kaybetmesi gerektiğini” teslim etmektedir.
Bu durumu, Türkiye’de sermaye sınıfının olgunlaşmamışlığıyla açıklamaya dönük hayli yaygın bir eğilim var. Geçenlerde Merkez Bankası eski Başkanı Durmuş Yılmaz’ın, “Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” yorumuna Mahfi Eğilmez, “bizdeki burjuvazi esnaf burjuvazisinden ibarettir. Onun için bu dediğinizi fark etmeleri kolay değildir” diye cevap vermiş, bu diyalog sosyal medyada hararetli bir tartışmayı tetiklemişti. Oysa demokrasiyle sermaye sınıfının siyasal olgunlaşmışlığı ya da onun “esnaflığı” arasında bir bağlantı yoktur.
Mutlakiyetçi kalıntıları süpürüp demokrasinin önünü açan kahraman burjuvazi bir hurafeden ibarettir. Demokratik her kazanım, aşağıdakilerin toplumsal mücadelelerin bir ürünü olarak başta burjuvazi olmak üzere egemenlere zorla kabul ettirilmiştir.
O mücadelelerin geri çekilmesi, demokrasilerdeki erozyonunun asli nedenidir. Demokrasilerin çürümesi siyasal değil, emek aleyhine gelişen sınıfsal güç dengelerinin eserdir. Sermaye sınıfının hegemonik kapasitesinin daralmasına yürütmenin güçlenmesinin/özerkleşmesinin eşlik etmesi, bu koşullarda küresel bir trend halini almaktadır. Yani parlamentonun ve siyasal partilerin gerileyişi ve yürütmenin başı olan başkan veya başbakanın gücündeki artış, Türkiye’ye has değildir.
Halkın iradesini temsil iddiasıyla daha mutlak bir iktidar arayan yürütmenin başı, sadece partisini değil, bakanlar kurulunu dahi ikame eden bir şahsi “camarilla” ile yönetir hale gelmektedir. Çok farklı siyasal yönelimleri ifade etseler de her ikisi de kendi partilerine karşı “ayaklanarak” seçilmiş Trump da Macron da bu eğilimin örnekleridir. Jared Kushner ile Berat Albayrak aynı “dünya zamanının” ürünleridir. Kıssadan hisse: Düzen içi saflaşmaların Bizansvari koridorlarında ya da piyasaların terbiye edici gücünde demokrasi aramak beyhudedir. Mevcut otoriter cendereyi mümkün kılan güç dengesinin değiştirilmesi, ancak sınıf temelli bir “aşağıdan siyasallaşmayla” bir olasılık haline gelebilir.