Aralık katliamlarına dair panel gerçekleştirildi. 19 Aralık Hapishane Katliamı’na dair konuşan Saçılık, tam bir milli mutabakat içinde bir katliam kararının verildiğini söyleyerek, ‘Orada biz 33 arkadaşımızı kaybettik, yüzlerce yaralı verdik’ dedi. Mereş katliamında dair konuşan Araştırmacı yazar Özcan Öğüt, ‘Mereş Katliamı davasının enleri ne diye soracak olursanız; en fazla mesleki durumu ev hanımı olan dava. Sıradan ev hanımları bunlar. En fazla komşunun tutanaklara girdiği dava. Bir gece hepsi senin celladına dönüşebiliyorlar’ dedi. Bülbül ise, ‘Roboskî katliamı Kürt halkına, gençliğine, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur’ dedi
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Devrimci Parti ve Alınteri Kamu Emekçileri Sendikası’na (KESK) bağlı Tüm Belediye Memurları Sendikası (TÜM BEL-SEN) Genel Merkezi’nde 19-28 Aralık katliamlarını (Hapishaneler, Maraş, Çorum, Roboskî) unutmadık unutturmayacağız” konulu panel gerçekleştirdi.
Panelin moderatörlüğünü Alınteri temsilcisi Zarife Çamalan yaparken, Avukat Kazım Bayraktar, Sosyolog Veli Saçılık, Araştırmacı Yazar Özcan Öğüt ve DEM Parti Meclis (PM) üyesi Kemal Bülbül konuşmacı olarak katıldı.
Panelin ilk oturumunda tecrit ve 19 Aralık Hapishane Katliamı konuşuldu. Paneli başlatan Zarife Çamalan, “Cumhuriyet’in yüzüncü yılında yine katliamları konuşuyoruz” diyerek Şirnex, Sîlopî’de evinin önünde katledilen Taybet Anayı ve katledilenleri anarak İmralı tecridine karşı hapishanelerde başlatılan açlık grevindeki tutsakların yanında olduklarını belirtti.
Aralık katliamlar ayı
Aralık ayının katliamlar ayı olduğuna değinen Avukat Kazım Bayraktar, “Katliam diğer adıyla toplu ölüm, özü itibariyle genel bir cezalandırma sistemi. Bir ırk ya da din farklılığı nedeniyle belli bir ulusun, toplumun yok edilmeye dönük siyaset çerçevesinde katledildiğine tanık oluruz. Bu katliamı yapan dönemin egemenleri; ezilen sınıfları, dinleri, dönüştüremediği, asimile edemediği için imha yolunu tercih eder. Katliam cezalandırmanın ister içeride ister dışarıda olsun katliamlar cezalandırmanın en vahşi biçimlerinden bir tanesi” diyerek katliamların kapitalizm anlaşılmadan anlaşılamayacağını ifade etti.
Feodal dönemdeki yargı süreci: Kadınlar öldürüldü
Feodal dönemdeki yargı sürecinden sonra Engizisyon Mahkemeleri’nden söz eden Bayraktar, “Savunma sistemini yok ederek suçunu tanımlatıyor. O zamanın kayıtlarında Avrupa’da yüz binden fazla insan öldürüldü. Bunların yüzde 85’i kadındı. Neden? Feodal toplum çözülme aşamasında sanayi sermayesi, kapitalizm adım adım teknoloji ve bilimle gelişirken feodal iktidarların en büyük düşmanı teknoloji, bilim insanları, düşünenler ve kadınlardı. Çünkü feodal aile içerisindeki baskıya karşı kadınların direnişleri cadılık olarak ilan ediliyordu. O süreçte genellikle kadınlar üzerinden cadı avı gerçekleştirilirken bilim insanları da bu mahkemelerin tezgahından geçti” şeklinde konuştu.
‘Tecrit kolektif insanın öldürülmesi demektir’
Kapitalist sistemin gelişmesiyle cezalandırma biçiminin hapse dönüştüğünü ifade eden Bayraktar şunları söyledi: “Hapis de tecride dönüştü. Toplu hapis değil aynı zamanda tecrit. Hapis ve tecrit insanın komünal aşamada kazanılan insani özelliklerinin beyinde tahrip edilmesi, kolektif insanın öldürülmesi demektir. Bugün geldiğimiz süreçte sadece Türkiye’de değil en ağır tecrit koşulları burjuva demokrasilerinin en geliştiği ülkelerde yaşandı. Türkiye onlardan örnek aldı ve Türkiye kapitalizm krizinin en şiddetli olduğu süreçlerde F tipleri icat edildi ve F tiplerine insanlar direnince içerideki katliam da bu şekilde gerçekleşti.”
Saçılık: Tam bir milli mutabakat içinde bir katliam kararı vermişlerdi
19 Aralık Hapishane Katliamları’nın da tanığı olan Sosyolog Veli Saçılık, katliamlarda yaşamını yitirenleri anarak sözlerine başladı. 19 Aralık operasyonunu ‘Devrimciliği tasfiye’ olarak tanımlamak gerektiğini vurgulayan Saçılık, “MHP, DSP, ANAP yani devler içerisindeki bütün eğilimler bir araya gelmiş, tam bir milli mutabakat içinde bir katliam kararı vermişlerdi. Şunu söylüyorlardı: ‘Bizim F tiplerine geçmemiz, cezaevlerine müdahale etmemiz lazım ve IMF politikalarının, uyum yasalarının uygulanması için bu şarttır’ deniyordu ve hiçbir şekilde niyetlerini saklamadılar. Burada bir yol haritası çizdiler. Şunu söyleyebiliriz; 12 Eylül’de yarım kalan işi tamamlamak istediler. Devrimci örgütlerin üzerinden, halkın üzerinden bir silindir gibi geçmiş ama 1986 Bahar işçi eylemleriyle birlikte bu kesintiye uğramış, 1991’lerde işçi hareketi yükselmiş ve buradan devrimci öncüleri filizlenmişti. Tekrar siyaset alanına güçlü bir şekilde dönenler devrimci düşünceyi topluma taşımıştı. Siyaset alanında kendilerini temsil eder hale gelmişlerdi ve bu hareketin yok edilmesi gerekiyordu. Oradan başladılar ve bu tasfiyeyi düşündüler” diye konuştu.
‘19 aralık, korku imparatorluğu yaratma temellerinin atılması..’
1996 yılında gerçekleşen ölüm orucunda bu tasfiyenin yapılmasının amaçlandığını ama bunun için altyapıları olmadığı, Avrupa-Amerika desteği alamadıklarını kaydeden Saçılık, “96 hücre tipi saldırısı devrimcilerin iradesine çarparak 12 şehit vererek bir zaferle sonuçlandı. Cezaevleri hiçbir zaman sonsuz zaferlerin ya da yenilgilerin olduğu bir yer değildir. Cezaevlerinde devletler egemen oldukça buraları bir korku imparatorluğu yaratarak toplumu teslim almanın bir parçası olarak görürler. 19 aralık dediğimiz operasyon da bir korku imparatorluğu yaratma temellerinin atılması, kendini yeniden organize eden, dijital faşizme kendini organize etmiş devletin, devrimcisiz, muhalefetsiz yapısına doğru bir hazırlıktı” dedi.
‘19 Aralık gecesi ile 20 cezaevinde aynı anda katliamlar gerçekleşti’
19 Aralık katliam sürecinin 26 Eylül 1999 Ulucanlar katliamı ile başladığını vurgulayan Saçılık sonrasında yaşanan süreci anlattı. Sonrasında Burdur cezaevinde kendisinin de yaşadığı saldırıların ölüm oruçları için başlama noktası olduğunu söyleyen Saçılık şöyle konuştu: “Sonrasında F tiplerinin bittiği beş yıldızlı otel olduğu söylenen bir dönem başladı. Buna karşı, devrimciler net bir tutum aldı ve şunu söylediler: ‘İçeride dışarıda hücreleri parçala’ Bu cezaevi ile ilişkili bir slogan değildi. Cezaevi bir tecrit alanıdır. Sonrasında devrimciler hemen ölüm orucuna başlamalıyız dediler. Ekim ayında açlık grevleri başladı. Grevler başladıktan sonra grevlerin sahte olduğu söylendi. F tipleri gündeme geldi, açılmasının erteleneceği söylendi. Ailelere saldırılar gerçekleşti. 19 Aralık gecesi ile 20 cezaevinde aynı anda katliamlar gerçekleşti. Bu bir katliamdan ziyade geleceğe bırakılmış bir direnişti. Paris komününün ruhunu taşıyordu. Kendini devrimci fikirleri savunmaya kadını ile erkeği ile ilk defa kadınların da öne çıktığı bir süreçti. Orada biz 33 arkadaşımızı kaybettik, yüzlerce yaralı verdik. Devlet, ‘örgüt baskısı altındalar F tiplerine geçtikleri anda bu açlık grevleri bitecektir diyorlardı. 19 Aralık günü ölüm orucuna dahil oldu. Ölüm orucu 4 yıl boyunca tek tek hücrelerde sürdü ve 122 şehit verdik. F tipi direnişi devrimcilerin problemi değil toplumsal bir problemdir. Bugün bütün cezaevlerinde hala devrimciler diz çökmeden mücadele ediyorlar.”
Cezaevlerindeki direnişi görmemenin ve saygı duymamanın toplumun kaybı olduğunu söyleyen Saçılık, son olarak “Devrimcilerin geçmişte yaratmış olduğu direnişler, uğradıkları katliamlar mutlaka halkın hafızasında yer tutacaktır” diye belirtti.
Mereş ve Roboskî katliamları
Panelin ikinci oturumu aradan sonra başladı. İkinci oturumda Mereş ve Roboskî katliamlarından söz edildi.
Mereş katliamında evi kurşunlanan, yağmalanan, tesadüfen hayatta kalan bir ailenin çocuğu olduğunu söyleyen Araştırmacı yazar Özcan Öğüt, katliamın ağıtlarıyla büyüdüğü için katliamı araştırdığına değindi. Katliam öncesi süreçte işçi sınıfının örgütlülüğünün uluslararası sermayeyi korkuttuğunu söyleyen Öğüt, Katliamın sorumlusunun görüntüde faşistler olduğunu ama aslında uluslararası güçlerin komplo sürecini gerçekleştirdiğini vurguladı.
‘Katliamın ilk ayak sesleri duyulmaya başlıyor’
Ülkücü faşistlerin kent merkezindeki Alevi Kürtlerin varlığına son vermek için kendi içlerinde toplantılar yaptıklarının dava tutanaklarında mevcut olduğunu söyleyen Öğüt, “Daha katliam başlamadan 1978’de 80 yaşındaki Sabri Özkan’ın bir alevi mahallesinde kahvehanede taranarak katledilmesiyle ilk ayak sesleri duyulmaya başlıyor. Esir Türkleri Kurtarma denen bir yapının elinden bombaların çıktığı tutanaklarda çıkıyor” diyerek katliam öncesi yaşanan süreçleri ve katledilen insanların hayat hikayesini anlattı.
‘En fazla mesleki durumu ev hanımı olan dava’
Dava sürecini de anlatan Öğüt, 804 sanığın yargılandığı davanın cezalarının Terörle Mücadele Kanunu çıkarılarak ertelendiğini ve bütün katillerin serbest bırakıldığını söyledi. Öğüt, “Mereş Katliamı davasının enleri ne diye soracak olursanız; en fazla mesleki durumu ev hanımı olan dava. Sıradan ev hanımları bunlar. En fazla komşunun tutanaklara girdiği dava. Bir gece hepsi senin celladına dönüşebiliyorlar” dedi.
İçinde bulunulan siyasal iklimin katliamlarla yüzleşmenin hayal bile edilemeyeceğini gösterdiğini belirten Öğüt, “Siyasa iklimi yüzleşmeye itecek bir konjonktür yoksa en azından farkındalık düzeyimizi diri tutup unutmayarak bizden sonraki nesillere bunları aktararak bir şekilde kendi farkındalığımızı devamlı kılabiliriz” dedi.
Devlet terörü: Roboski
Öğüt’ten sonra söz alan DEM Parti PM üyesi Kemal Bülbül, Roboskî katliamından söz etti. Bülbül, katliamın içinde birebir devletin ve araçlarının olduğunu vurgulayarak, “Bütün bunların yargı süreci sona erdirilmediği bir yerde Roboskî herhangi bir şeyin yapıldığını kabul etmek mümkün değil. 2014 yılında Barış sürecinin getirmiş olduğu havanın etkisiyle Recep Tayyip Erdoğan Başbakan sıfatıyla yaptığı bir konuşmada, Roboskî katliamını devlet terörü olarak nitelendirmiştir. Bu devlet terörüyse bu teröristler kimdir? Bu teröristler karşısında herhangi bir savaş gücüne değil, yoksul, biri bilgisayar almak için, diğeri nişanlısına hediye almak için, bir diğeri okul harçlığını biriktirmek için sınır ticareti yapan fukara gençler” dedi.
‘Yargı da bürokrasi de sorumlu’
Roboskî’nin tıpkı Şenyaşar, Berkin Elvan, Ali İsmail, Dersîm, Koçgiri katliamları gibi zaman yayıldığını, hedef şaşırtıldığını ifade eden Bülbül, “Yargı da bürokrasi de burada suçlu. TBMM araştırma komisyonunun raporuna, mülkiye müfettişinin raporuna rağmen raporları bir kenara bırakın her şey göz önünde oldu bitti ve burada bir suçlu yok, yargılanan yok, ceza alan yok. Roboskî’ye ben de gittim. Bu sınır kavramı üzerinden Rojava’ya, Güney Kurdistan’a dair Misak-ı Milli ile yapılmak istenen bir durumun sonucudur bu aslında. Aileleri, akrabaları, aşiretleri bölmek ve bunun sınır olduğunu sınırın ötesine geçilemeyeceğini söyleyen bir durum var” şeklinde konuştu.
Katliam dosyalarının yeniden açılması gerektiğini ifade eden Bülbül şöyle konuştu: “Barış isteyen insanlar olarak elbette bu katliamların hikayelerini iyi bilmek ama katliamların ortaya çıkardığı toplumlar arası yabancılaşmayı ortadan kaldırabilmek, düşmanlaşmayı engelleyebilmek ve toplumların bir arada yaşayabilme becerisine katkıda bulunmak gibi bir sorumluluğumuz var. Roboskî de böyle bir şey. Roboskî katliamı Kürt halkına, gençliğine, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı yoktur. Hukukçular, siyasetçiler, aktivistler bu katliamı teşhir etmelidir.”
Panel ikinci oturumun ardından sona erdi.
HABER MERKEZİ