Ancak kimliklerin ve özne olmanın yaratıcı bir kendilik ve yeni ilişkiler içinde inşa edilebilir olduğunu ifade etmek çok daha geniş ve umutlu olabilir diye düşünüyorum
Aycan Diril
On yıllardır özne-nesne tartışması bilimin ve felsefenin bir gündemi olduğuna göre nasıl bir bilim ve nasıl bir felsefe sorusunu soranlar olarak bu konuyu daha çok konuşacağız gibi görünüyor. Adına söz kurulup kimlik statüsü dayatılmış her itiraz edenin tartışması bitmeyecektir elbette. Bu bakımdan daha önce özne-nesne ayrımına ve “özneleşmek” kavramına bazı felsefi itirazlarda bulunmuştuk.[i] Öznenin statik, verili, sınırları belli, kurucu ve öz kavramına işaret eden yönü bu tartışmanın ana eksenini oluşturuyordu. Buradan bir de iktidar ilişkileri içinde özneleşmek meselesini cinsiyetçilik ve cinsel kimliklerin inşa edilebilirliği açısından konuşma ihtiyacı hissediyorum. İktidarın baskıcı ve şiddet uygulayan yönüne bir de üreten ve bizi “biri” olmaya dönüştüren yani düzenleyici iktidar olarak ifade edebileceğimiz bir yönünü eklemek gerekir. İçinde bulunduğumuz sistem bizi türlü tanım, sınır ve dayatmalarla belirli bir kimliğin öznesi haline getirir. Söz konusu kadınlık deneyimleri iken, anneliğin, çalışan olmanın, örgütlü olmanın, tüketici olmanın etrafında örülen deneyimlerin öznesi oluruz. Mevcut düzen bizi bu öznel deneyimler içinde belli bir kişiye dönüştürür ve uysal, paylaşıma açık, manipüle edilebilir, belirli sınırlar içinde “özgür” olmaya davet eder.
Yani bizler “doğu”da yaşayan, kadın, Kürt, Alevi, taşralı, eşcinsel gibi kimliklere sahip olurken esasında kurulmuş bir takım deneyimlerin de öznesi olmaya başlarız. “Doğa durumu”nda bu kimliklerin neye tekabül ettiği, gerçekliğinin ya da hakikatinin ne olduğu konusu başka bir tartışma gündemi olabilir. Benim işaret etmek istediğim nokta Michel Foucault analizinde olduğu gibi bu kimliklerin iktidar ilişkileri içinde kurulan deneyimler ve bizim bu deneyimlerin öznesi haline getirilişimizin tartışması. Belki de ilk itirazı bu iktidar ilişkileri içinde inşa edilmiş özne halimize yapmak gerekir.
Son süreçte Foucault’nun adına biyo-iktidar[ii] dediği iktidar analizi veya Byung Chul Han gibi düşünürlerin iktidar üzerine metinlerine bakıldığında iktidarın üreten, pozitif ve en küçük ilişkilere kadar nüfuz etmiş hali ile düzenleyici ve denetleyici yönünden bahsedilir. Buna göre düzenleyici iktidar akıllı, geçişken ve tüm kurumlar aracılığıyla ağ biçiminde işleyen bir sistemdir. Bu ağın içinde roller ve statüler de denilebilecek çeşitli biçimlerde özne üretimi söz konusu olur.
Demek istediğim şu ki; sabah uyandığınızda ilk karşılaşma aynada kendinizle, evdekilerle ya da telefonda takip ettiğiniz başkalarının yaşamı ile olur. Bu yaşamlar, tüketir, üretir, anlatır, sizi de anlatmaya, paylaşmaya davet eder. Bir süre sonra yine Foucault’un itiraflar diye bahsettiği pratik, yaşamımızın en temel etkinliği olmaya başlar. Kendimize dair ifade ettiğimiz her yeni “itiraf” söylem alanı içinde kendine yer bulur. İktidarın bedenimize nüfuz edişi öyle kaygan ve geçirgendir ki farkında olmadan denetim altına alınır, ancak tükettiklerimizde ve paylaştıklarımızda kendimizi özgür sanırız.
Ardından bir çocuğumuz varsa; bir annelik deneyimi vardır aile kurumu içinde kurulmuş… O deneyimin öznesi oluruz. Şefkat, besleme, bakım, ilgi kendimize olan bakımın önüne geçmelidir. Öyle bir annelik performansı ortaya koyarız ki hem geleneksel hem modern toplumu ihya edecek bir özne oluruz.
Ardından varsa işe gidiyor olmamız gerekir; burada ise hangi kurumun işini icra ediyorsak ona dair oluşturulan deneyimin öznesi oluruz. Bir anda hiyerarşik olarak üstte ya da altta, iktidarın uygulayıcısı ya da tebaası, hasta karşısında bir hekim, öğrenci karşısında bir öğretmen, başvurucu karşısında bir memur veya patron karşısında bir işçi olarak fabrikaların, eğitim alanlarının, kışla, hastane gibi kurumların oluşturduğu kurallar bütününün yeniden üreticisi oluruz. Bireyler bu kurumlar içinde hem dolaşımda hem de oradan oraya geçişler sağlayarak mevcut kurumun üretici öznesi olmaya devam eder. Bununla birlikte iktidar ilişkileri içinde gelişen tahakküme direniş de bu özneleşme sürecini sekteye uğratır, değiştirir ve yeni bir biçime evriltir. Tüm bu özneleşen öznelerin büyük resimde ortak bir takım sistem ideolojileri ile ilişkisi varken; bir de her biri kendi tekillikleri içinde ve bu tekillik etrafında kurulan deneyimler kümesinin öznesi olur.
Bilhassa kadın, Kürt, Ermeni, LGBTİ’ler kimliklerine yönelik iktidar ilişkileri içinde hiç bitmeyen saldırılarla baş etmeye çalışırken bir yandan da oluşturulan kimlik, rol, statü gibi iktidar aracılığıyla kurulmuş öznel deneyimlerin de öznesi haline gelirler. Özneler arası bu geçişkenlik bizi denetim altına alıp sistem içine dahil eder.
Yanisi şu ki; iktidar alanları içinde belirli tarih dönemlerinde oluşturulmuş belirli kurallar bütününün bizi, kimliklerimizi, özne olmaklığımızı inşa ettiğini düşünelim. Buradaki özneleşmenin esasında nesneleşmeden pek farkı olmadığı haliyle özne-nesne ayrımının bu yaklaşım içinde pek bir geçerliliği olmadığı açıktır. Bu inşa sürecinin edilgen bir parçası değiliz elbette. Buna dair direnç tüm itiraz edenler açısından kendine bir ad koyma, sınır koyma, kimliğin çeperini belirleme ve bunu savunma noktasında yeni bir özne yaratımı gerçekleştirir. Ancak bunun için belirli kategoriler yaratıp bu kategorilerin öznesi olmak, özneyi atıldığı derin kuyulardan çıkartmak tek başına çare olmaz demiştik daha önce de…
Nihayetinde ortaya çıktığı koşulların sabitinde kalan bir kimlik, statü, beden, toplumsallık mümkün mü? Hem mikro-evren olarak tekil varlıklar hem de makro-evren olarak tüm canlılık etkileyen ve etkilenen olarak devamlı bir değişim içindeyken bir özne ya da kimlik tanımı yapmak ve o sınırları korumaya çalışmak bir yaşamsal refleks olabilir. Bu refleks ise bu kimliğin sınırlarını netleştirmek, onu tanımlamak, özünü açığa çıkarmak ve bu öz dediğimiz özgür kimliği keşfedip ona bir gün bir yerde ulaşmak gibi bir gaye taşımaya götürür. Ancak inşa edeceğimiz yaratıcı yeni toplumsallığa bu tek başına yanıt vermez, aksine iktidarın yeniden üretimi riski taşır. Ancak kimliklerin ve özne olmanın yaratıcı bir kendilik ve yeni ilişkiler içinde inşa edilebilir olduğunu ifade etmek çok daha geniş ve umutlu olabilir diye düşünüyorum.
Mevcut iktidar analizi tartışmalarına göre; şu ana kadar kadınlık deneyimi olarak kurulan ve içeriğinde bilimi, felsefesi, dini, sosyolojisi, dil düzlemi dahil bilgi alanları; kuralları ve normları ile yüklü eğitim, aile, ordu, fabrika kurumları aracılığıyla üretilen iktidar alanları; ve bu iki alanın bizim kendimizle kurduğumuz ilişkideki temsil biçimi olarak işleyen bir kendilik deneyimi var ise, bu verili özneyi ters-yüz etmek, yaratıcı bir inşa süreci başlatmak ve özgür öznel deneyimlerin öznesi olmanın imkanını yaratmak neden olmasın.
Bununla ilgili mücadeleyi yüzyıllardır veriyoruz. Hem cinsel kimliklerin hem halklar mücadelesinin hem sınıf mücadelesinin muazzam bir deneyimi olduğu kesin. Ancak şu an mücadeleyi salt baskıcı bir iktidar ile yürütmediğimiz de kesin. Bu ağın, her alanda var olan iktidar ilişkilerinin dönüp dolaştığı yer bireyin kendisiyle kurduğu ilişki bakımından da ortaya çıkan kendilik deneyimi ise mücadele kimi zaman kendimizle de hesaplaşmayı gerektiriyor. Yani nasıl bir kadın, nasıl bir anne, nasıl bir Kürt, nasıl bir işçi sorusunun cevabını tek başına tarihte aramak yerine kendimizle ve toplumsallığımızla birlikte bugünün öznel deneyimini kurmak için ortak ilkeler, özgürlükçü bir perspektif ile yaratıcı bir inşa sürecini oluşturabiliriz.
Kadınlar bilimsel paradigmaya dayalı, tüm toplumsal kriz alanlarına yönelik hem oluşturulan söylem alanları, bilgi alanları, iktidar alanları ve xwebûn dediğimiz kendilik pratiğinin hangi koşullarda nasıl ortaya çıkabileceğine ilişkin deneyime ve öngörüye sahiptir.
Ve yine kadınlar, kimlikleri statik ve tanımlı hallerinden özgürleştirip tüm dayatmaları ile ortadan kaldırıp yaratıcı değerler, bilgi alanları ve ilkeler bütünü ile öznel deneyimleri yaratabilir.
[i] Aycan Diril, “Bir Özne Meselesi”, Yeni Yaşam, 10 Ekim 2023, https://yeniyasamgazetesi6.com/bir-ozne-meselesi/
[ii] Michel Foucault, “Hakikat ve İktidar”, Entelektüelin Siyasi İşlevi içinde, çev., Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011.