Kadim bir konu olarak özgürlük, üzerinde çok kelam edilmiş olsa da, tükenmeyen ve gittikçe daha çok tartışılacak bir konu. Birey ve cemaatin kesişim alanında yer alan bu konu modern kapitalizm, tüketim ve hukukun sınırlarını aşan bir konu olarak insanlığın önünde canlı canlı durmakta. Özgürlük; varoluşun doğal bir sonucu olarak sınırları muğlak bir mutlak öze mi işaret eder yoksa kapitalizm ve “güvenlik” endişesi üzerine bina edilen modern bir illüzyon mu? Özgürlük bir “öz”le, bir “hal” arasında sınırları çoğu zaman iç içe geçmiş bir konu olarak tartışılagelmiştir.
O bakımdan özgür olan her şey, her durumda doğal olandır ve doğal olan her şey aynı zamanda özgür olandır, kelamın geleceğine göre. Bu genel geçer kaidenin bozulmaması hem özgürlüğün hem de doğal halin gereği açısından hayati öneme sahiptir. Zira bu öğretiye göre doğal insan kendi kendine yeten insandır. Buna göre kendine yeten insan hem özgürdür hem de seçimlerinde hürdür. Kendine yeten insan aynı zamanda kendi tarihinin bizatihi öznesi ve kendi yaşam felsefesinin de yaratıcısıdır.
Onun gelişim sürecinin önünde doğal koşulların dışında engelleyici pek başka etken bulunmamaktadır. Oluşturduğu ahlak yasası çerçevesinde doğayla ezgili bir bağ kurar ve o bağlamda doğal bir özgürlük alanını oluşturur. Arzu ve hayalleri arasındaki mesafe kısa da olsa, gayretleri gereksinimlerini karşılayacak ölçüde hakikidir. Başvurduğu yıkımlar, katkıda bulunduğu yaratımlar silsilesi kadar sınırlı etkilere sahiptir. Dolayısıyla doğal insanın özgür olma çabası ve hayal etme hali sadece içinde bulunduğu koşullarla ölçülen bir durum değildir, ölçülü bir şekilde devam eden dinamik bir serüvendir.
Buna karşın modern insanın özgürlük çabası ve hayal etme haliyse, ortak paydaya bağlı, değeri toplumsal yapıyla kaynaşmakta saklı olan kesirli bir sosyal olgudur. Bu sebeple Rousseau’nun uygarlık (civilization) çağını doğa-insan dengesi açısından bozguncu ve yozlaştırıcı bir olgu olarak görüyor olması bugünü de göstermesi açısından halen çok anlamıdır. Çünkü doğal durumun içinde yıkılmaz ve gerçekleşebilir bir eşitlik denklemi vardır ve bu doğal denklemden ötürü insanlar arasında farklılık, bir insanı bir başkasının esaretine sürükleyecek kadar büyük değildir. Uygarlık durumundaysa boşbir hukuk eşitliği varsayımı vardır, çünkü söz konusu eşitliği sağlama ve sürdürmekten sorumlu olan normatif araçlar, güç denklemi ve imtiyazlara göre eşitliği bozmaya yeltenebiliyor, zayıfa haksızlık yapan, güçlüye eklenen toplumsal güç insanlar arasına doğanın koymuş olduğu tür dengesini bozuyor. Fakat eğer insanlar doğal durumlarını korumakta zorlanıyor ve bu durumu sürdüremiyorlarsa, ki Rousseau’nun o gün gördüğü gibi, dünyadaki gidişat böyle bir hale gelmişse, yapılması gereken tek şey toplumsal sözleşme şartının mutlak surette hayatta geçmesidir.
Aksi takdirde toplumsal sözleşme ile bütün yetki ve gücün tek bir odağın (totaliter rejimler) idaresine geçme ihtimali yüksektir. Bu bağlamda toplumsal sözleşmenin önemi, yalnızca sözleşme ile kabul edilen yasalara uymak ve bunun gerektirdiği bedeli ödemektir ki, bu Rousseau’nun genel iradeye karşı çıkan herkesin tüm mekanizma ile buna zorlanması gerektiği; bunun da onun özgür olmaya zorlanmasından başka bir şey olmadığı yönündeki fikirlerini tamamlayan temel bir olgudur.
Toplumsal sözleşme ile oluşan genel irade, uygarlığın getirdiği kötülüklerin giderilmesine yönelik bir önlemdir; çünkü kötülük ayni zamanda medeniyetin temel bir sorunsalıdır. Bu bağlamda bireyi ya da “yurttaş”ı bir toplumun biricik meşru siyasi öznesi olarak gören Rousseau, toplumsal sözleşme ile genel iradenin oluşumunu doğal durumdan yurttaşlık durumuna geçiş olarak izah ederken, toplumsal sözleşme ile kaybedilen hakların yerine hukuki bağlamda yurttaşlık haklarının geçmesi gerektiğini belirtir.
Dolayısıyla kendi ifadesiyle; “İnsanın toplumsal sözleşme ile yitirdiği şey, doğal özgürlüğü ve isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız hakkıdır; kazandığı yurttaşlık, özgürlüğü ve elindeki şeyler üzerindeki üyelik hakkıdır.” Başka bir deyişle bu geçiş doğan durumun vermiş olduğu bazı ayrıcalıklardan feragat gibi görünse de, toplumsallık; bireyin bu “kaybının”, yeterliliklerinin işler kılınması ve faaliyet alanının genişletilmesiyle elde edileceği üstün duygular ve ruhun manevi yükselişiyle giderilebilecek bir durum olarak belirir Rousseau’nun bu düşünceleri.
Özellikle doğal durumdan uygar duruma geçiş süreci, bugünkü insan hakları kuramının temelinde yer alan hak, eşitlik ve özgürlüklerin temellendirilmesi açısından önemli bir referans noktası olduğu kadar klasik felsefe bağlamında da ahlaki bir fenomendir. Buna göre özgürlük doğanın insana emsalsiz bir armağanıdır ve insanın erdemli haliyse bütün bu armağanlarla donatılmış olan etkin yurttaşlık halidir.