Yalnızlık ve özgürlük, yılkı atı gibi dolaşıyor. Bazen şaha kalkmak, bazen de koşmak arasında yalpalayıp duruyor. Her şey eylem halinde aslında, sadece ortada bir adım yok. Görünen o ki, dünya intikam almayı seviyor. Neyse ki sevmenin türlü biçimlerine mazhar olmuşuz, yenisi de gelsin.
Yalnız ve özgür bir dünyanın içinde yılgın ve esiriz. Dünya ayna olmalıydı, kabuk oldu. Tüm aldırmayanların gözü aydın, yanacağız beraber ve hoş geldin alkışlar. Kendine yakışanı sektirmeden yerine getiren sen, bir şafak vaktini göremeden, gördüklerini unutarak gittin. Hoş çakal kalabilme özgürlüğün var.
Sırra kadem basan unutkanlar var, bir ruh gibi, bir renk gibi şeylerle kendilerinin gizemini faş edenler. Afiş oluyorlar kaydolmamış zamanlardan fırlayarak. Tablolar geniş salonların duvarlarında herkese bakıyor ve herkesleşiyor. Yalnız kalma hakkı, ta o çağlardan bu süngerli çağa kadar manipüle ediliyor. Her şey etkileşim halinde, nesnelerin de dili var çünkü ağaçlar onlara şahit.
Gitmenin kararsızlığı, kalmanın huzursuzluğu herkese tebelleş. Her karar musalla taşına taşıyacak sanki. Bu iki soru, bu iki bilinmez cevap yani yol, yanlış bir karşılaşma. Unutulması gereken ve hatırlanması elzem çok şey birbirinin yerine geçiyor. Bundan bu yalnız ve bu makul özgürlük.
Biçilmiş, ölçülmüş ne kadar çok şey var. Giyimden, gideceğin yere varacağın kadar, her yerin ezberlenmiş bir günah belki. İnsan duymadığı cevapların sorularına yakalanır. Bir duvar sessizliği gibi. Solgun, birkaç dakika önce nefesini vermiş gibi. Soğukkanlı bir cinayet, arada sırada anımsanan bir kadavra misali.
Mağlubiyetler çağındayız. Mağdurların dağıldığı bir göç var. Herkes yakalandığı yere mahpus. Sanırsın her şey mahsus, sırça bir fanus. Bakıp bakıp ona benzemekten, ona hapsolmaktan deli gibi korkuyoruz. İnsan gördüklerinin şahidi, gittiği yerin suç ortağı. Cennet de olsa cehennem de varsa, getirdikleri ile orada. Hiçbir şey yerinde durmak için var olmaz.
Bir hendek yapılır, kuvvet ve madde birbirini sınar. Olmadı efsaneler icat edilir, masallar ve onların içinden kahramanlar ve hainler var sayılır. Herkese özgürlük, herkesin rehin kalabileceği bir yalnızlık bahşedilir. Tılsım oradan kaçabilme ihtimalini düşünenlerin boynunda. Görev gibi, emir gibi, olması gerekenin kaderi gibi.
Engeller ve engebeli yollar yapılıyor. Acı ve şefkat, aşk ve savaş aynı kulvarda yarışıyor. Beklentiler ve unutulanlar birbirinden vazgeçmiş gibi duruyor. Ayyuka çıkan bir şey yok ama hissetmek var, tahminlerin iddiaları ve vaatleri var. Hepsinden biraz tahrik olan herkes var. Bunca var olanla yok olmaya dört nala koşmak rüzgârı esiyor. Olacak, olması beklenecek, sonra zaten her şeyden vazgeçmenin son nefesinde herkese buluşacak. Denilecektir ya da icat edilecektir: Dünyaya gelen, dünyadan gideceğini bir ehliyet gibi yanında taşıyacak, taşımalı da.
Gitmeye inananların rüyası hayat bulacak, bu da bir gerçek, bu da bir ayna. Seslenmek, azarlamak, buyruklar vermek, beylik salvolar savurmak, kimin dilinden düştü veya kimlerin kulaklarına gitmedi? İşte özgür yalnızlıkların atlası ve cüssesi. Bize düşen burada buralı olmaktır.
Bilmek zorunda olmadığımız şeyler, bilmek zorunda kaldığımız şeyler, kafalardan kafalara, vitrin vitrin, sınır sınır dizilmek zorunda. Dünyanın tüm atlaslarını, gizli olanları da getirip yakalım, ki dünya içindekilerle özgür olsun.
Haftanın kitap önerisi: Jack London, Martin Eden / Çeviren: Levent Cinemre, İş Bankası Kültür Yayınları