Yönetmen Elif Ergezen, koronavirüs koşullarında daha da zorlaşan sanat emekçilerine ilişkin konuştu. Ergezen, ‘Bizim‘ normalleşmeye’ değil, aslında özgürleşmeye ihtiyacımız var’ dedi
Yönetmen Elif Ergezen, koronavirüs sürecinde daha da görünür olan sanat emekçilerini, çalışma koşulları ve üzerlerindeki baskıya ilişkin Mezopotamya Ajansı’ndan Eylem Akdağ’a değerlendirmelerde bulundu. Ergezen, emek sömürüsü, uzun mesai saatleri, güvencesiz, güvenliksiz, sözleşmesiz çalışma koşulları yanı sıra taciz ve mobbingin sektörde normalleştirildiğine dikkati çekti.
‘Koşullar hep zor’
Uzun zamandır Kültür Bakanlığı’ndan destek alamadıklarını belirten Ergezen, “Bizim karantinamız çok önceden başlamıştı. Zaten muhalif, alternatif, dolayısıyla özgür bir alanda kalmayı gözetenler için koşullar hep zor. Yönetmenlerin fişlendiğine, ‘Barış İçin Sinemacılar’ metnine imza koyanların adlarının olduğu listeler yapıldığında dair duyumlar geliyor. TV’ler bizim belgesellerimizi zaten göstermiyor. Osman Kavala’nın desteğiyle süren, belgeseller için Yeni Film Fonu vardı artık o da yok. Dolayısıyla belgesel filmler için kaynak bulmak çok zor. Sadece bağımsız belgesel filmler yaparak hayatını kazanabilen birini ben tanımıyorum. Çoğu zaman hem yapımcı hem yönetmen oluyor hem kamera kullanıyor hem de kurguyu biz yapıyoruz. Başka işlerde çalışarak bir şekilde geçimimizi sağlıyoruz. Filmlerimizi de minimum bütçeyle çekiyoruz. Hatta bazen sıfır bütçeyle” diye konuştu.
‘Bakur’a yapılanlar’
2015 İstanbul Film Festivali’nde Bakur belgeseline uygulanan sansür sonrası tüm “büyük” film festivallerinin teker teker sansüre teslim olduğunu ifade eden Ergezen, “Ülkedeki çatışmaların ve savaş ortamının korkunç boyutlara ulaşmasıyla özgür film festivalleri, filmleri gösterecek mekânlar bulmakta zorlandı. Yönetmenler filmlerini gösteremedi. Filmleri gösterilenlere ise davalar açıldı ve mahkûm oldular. Dahası bırakın filmini göstermeyi, hiç yapılmamış filmler nedeniyle yargılanan insanların olduğu bir ülkede yaşıyor ve üretmeye çalışıyoruz. Şimdi ‘normalleşme’den bahsediliyor. Bizim normalimiz zaten salonsuz festivaller, gösterilemeyen filmler, gözaltı ve tutuklamalar, işsizlik ve güvencesizlikti. Bu açıdan bizim ‘normalleşmeye’ değil, aslında özgürleşmeye ihtiyacımız var” diye belirtti.
‘Belki onlar yaşıyor, ölen bizleriz’
Yönetmen Ergezen, karantina sürecinde, Altyazı Fasikül projesi kapsamında, cezaevinden gönderilen mektuplara dair “İçerden” adlı bir belgesel hazırlamıştı. Ergezen, belgeseli aracılığıyla cezaevinde yaşanan hak ihlallerine, toplumun karamsarlığa mahkûm edilmesine, cezaevinde ölüm orucunda olan kişilere dikkati çekmek istediğini belirtti. Ergezen, sözlerine şöyle devam etti: “İçerisi-dışarısı, yaşam ve ölüm öyle korkunç bir çelişki içinde bir aradaydı ki. Dışarısı açık hapishane derdik, gerçekten de açık hapishaneye döndü. Biz içeriye hapsolup kendi dertlerimize gömülmüşken; birileri gerçekten ‘içeride’ ama bizim dertlerimizle meşguldü. Bir yandan da savaş sürüyordu. Kayyum atamaları durmuyor, siyasiler gözaltına alınıyor ve hapishaneler dolmaya devam ediyordu. Her yer gerçekten büyük bir hapishaneye dönmüştü. Bu bizim ‘normalimizdi’. Bir mektup gibi düşündüm başta. O nedenle özellikle arkadaşlarımın mektuplarından yaşamla ilgili olan yerleri seçtim. Yaşama ne kadar değer verdiklerinin görülmesini istiyorum. Onlar yaşamı savunuyorlar. Daha da gecikmeden adalet taleplerine sahip çıkmalı ve onların sesi olmalıyız. İçeridekilerin sesi olmak istiyorum. Bu nedenle de
filmde kendi konuşmalarımı, onların mektuplarını, alıntıları, özetle her şeyi kendi sesimle okudum. Hepsinin tek bir ses olarak çıkmasını istedim. Çünkü biliyorum ki onlar içerideyse ben de dışarıda değilim. Kimse özgür değil. Onların mektuplarının olduğu yerlerde kamera dışarı çıkıyor, doğaya, yeryüzü ve gökyüzüne dönüyor; diğer durumlarda hep içeride, hatta neredeyse toprak rengi bir örtünün altındayız. Bir ekranın önüne sıkışmış, dünya ile bağımıza yaşamak diyoruz. Yani belki de onlar özgür, belki hapsolan bizleriz. Belki onlar yaşıyor, ölen bizleriz.”
‘Gerçeğe açlık’
Türkiye’de alternatif sinemanın tüm zorluklara ve baskılara karşı devam ettiğini ifade eden Ergezen, “Şüphesiz ne yapsalar da devam edecek. Bu da genellikle video aktivizm ve belgesel alanında ortaya çıkıyor. Türkiye gibi ülkelerde insanlar gerçeğe açlık duyar. İnsanların ‘doğru değildir, yok canım o kadar da değil, film işte’ deyip reddedemeyeceği açıklıkta görebilmelerini sağlamak için belgesele ihtiyaç oluyor. Gerçeklerden kaçmak konforlu bir alan sunuyor zira. Bu ülkede savaş ateşine durmaksızın odun taşıyan mekanizma böyle işliyor. O nedenle de alternatif bir tarih yazımı olarak da alternatif sinemaya, daha spesifik olarak belgesel sinemaya önemli bir sorumluluk düşüyor. Mevcut düzenin o nedenle alternatif sinemaya bakışı kinle dolu. Fakat içinde güçlü bir korku da taşıyan bir duygu bu. Çünkü bu çarkı durduracak bir potansiyele ekleniyor. Buradan da biz kendimize umut devşirebiliriz pekâlâ” dedi.
‘Yaşıyorsak hakkını vermeliyiz’
Sahip olunan her şeyin bir şekilde insanın üzerine bir sorumluluk yüklediğine inanan Elif Ergezen, “Para, eğitim, olanaklar şöyle dursun, yaşama sevincini bile buna katabilirim. Filmde de ‘insan nedir’ sorusuna Gülten Akın’ın dizeleriyle verdiğim cevap biraz da buna işaret eder. ‘İnsan sorumluluktur.’ Kameram, kurgu bilgisayarım, bunları kullanma bilgi ve tecrübem varsa onları doğru şekilde ve gerekli yerlerde kullanmalıyım. Elimden geldiğince bir şeyler yapmalıyım duyulması gereken seslere katılmak, o sesi yükseltmek için. Becerebildiğim kadar sesini duyuramayanların sesi olmalıyım ki ölüler de var bunun içinde. Yaşıyorsak hakkını vermeliyiz. Ve bu yiyip, içmek, kendi çıkarına, derdine gömülmekle değil; özgür, adil ve barış içinde bir yaşamı her yerde ve herkes için savunmakla mümkündür.” dedi.
ANKARA