M. Ender Öndeş
İşler iyiden iyiye karıştı, kafalar da öyle. Bir yandan İran sınırında dağlardan inen Afganların korkutucu görüntülerini izlerken, diğer yandan sanki adamlar dağdan iner inmez Caddebostan’a yerleşmişler gibi sosyal medyayı kaplayan plaj tacizi görüntüleri ve “amanın n’apacaz şimdi” feryatları. İnsanlar bir tuhaf! Evlerin kıytırık bahçe duvarlarında görürüz ya bazen hani, “Özel mülktür girilmez” diye, sanırsın ki mülkünde altın madeni var!
Aslında bir açıdan bakınca çok karışık değil mesele. Bu memleketin kadınlara karşı işlenen suçlar bakımından hiçbir ‘dış mihrak’ katkısına ihtiyacı yok. Genel olarak mültecilerin ülkedeki suç oranını artırdığı yolunda bir bilgi de bulunmuyor. Aksine mültecilere karşı işlenen suçlar (iş cinayetleri ve kadınların, çocukların satılması, istismar edilmesi vb.) bakımından berbat bir halde olduğumuz kesin. Her çekik gözlüyü Çinli diye döven Ülkü Ocakları misali, Beyoğlu’nda ya da tatil beldelerinde gördüğü Katar, BAE ve Suudi zenginlerini Suriyeli zannedenler nefret kusarken, o esnada Suriyeliler tekstil atölyelerinde, tarlalarda köle ücretiyle çalışmakla meşgul. Afgan çocuklar da bizim mahallenin marketinde sipariş dağıtıyor.
İşin o tarafında karışıklık yok yani. Ama şunu anlarım, anlamak da lazım. İşsizliğin ve yoksulluğun bu kadar arttığı bir ülkede, ekonominin bir köşesine tutunup zor bela durumu idare eden insanlar kaygılanırlar. Kendileri de paryanın paryası oldukları halde, hiçbir biçimde sahip olmadıkları ‘ev sahipliği’ statüsünü var zannedip yeni gelenlerden dehşet duymaları mümkündür. O bakımdan sınıf mücadelesini hakikaten zor günler bekliyor. Ama AB şimdi ‘serbest dolaşım’ dese ülkede bir saniye bile durmayacak milliyetçi sürüleriyle konuşulacak bir şey yok. Boş! Fakat başka bir şey var, o önemli.
90’lardan sonra ortaya çıkan kaotik dünya tablosu, birçok şeyi altüst ederken özellikle dünyanın karışık bölgelerinde yeni bir durum yarattı. Eski ‘emperyalizm ve uşakları’ kalıbının tam ifade edemediği bu yeni durumda oluşan boşluk alanlarında yerel despotlar, mafyatik aile iktidarları eskisinden daha fazla kapris ve hareket alanı kazandılar. Kuşkusuz sınırsız bir alan değil bu ama jeopolitik konumlara yaslanan bu güçler, kapitalizmin genel çıkarlarını koruma konusundaki taşeronluklarının ücretini ‘iktidarda kalma süresi’ olarak tahsil edebiliyorlar. Hayli gergin de olsa bir ‘al gülüm ver gülüm’ ilişkisi çıkıyor ortaya. Vahşi dünya düzeninin bütün gerekleri (‘dünyaya meydan okuma’ şovuyla karışık!) harfiyen yerine getirilirken, dünya düzeninin efendileri de bu arada onun yaptığı ettiği zulme, haydutluklarına karışmıyor ya da ‘endişe’ duymakla yetiniyor.
Mülteciler sorunu tam burada merkezi bir nokta oluyor. Gizli kapaklı bir şey yok. Avrupa’nın efendileri, -hiç öyle şantaja filan da gerek olmaksızın- kesenin ağzını açıp ‘sınır başçavuşu’ tayin ettikleri Türkiye’ye para akıtıyor ve bunun karşılığında da “İstanbul’dan Diyarbakır’a, Metîna’dan Efrîn’e kadar nerede ne yaparsan yap” diyor.
Sonuç olarak, ‘ev sahibi’ kibriyle mülteci lincine kalkışanlara karşı çıktığımız kadar bu rüşvet ilişkisine de karşı çıkmak ve genel olarak sisteme yönelmek, çok açık bir tutumla, bu insanların her nereye gitmek ve nerede yaşamak istiyorlarsa oraya gitme ve yaşama hakkını savunmak zorundayız.
Bütün kapıları ardına kadar açın ve ülkesini mahvedip ocağını söndürdüğünüz insanlarla yüzleşin!
Bu kadar basit ve net bir cümle gerekiyor artık.