Özgün biçimiyle Türkiye’de gördük. Elbet dünya ölçeğinde de benzeri birçok örnek vardır. Etnik topluluklar veya inanç gurupları ayrı ayrı ve sistematik bir biçimde denetime alınıyor. Damgalamalar, nitelemeler ve takiben müdahale zemini oluşturma söz konusu.
Yine Türkiye özelinde ele alırsak Kürtlere karşı çok sistematik bir biçimde düşürme, öldürme tüketme süreci başlatılmış. Türkler açlıkla terbiye edilircesine itaate, iradeyi teslime zorlanmaktadır. Araplar ve bilumum mülteciler izolasyona, sessizliğe itilmektedir. Çerkezler, Gürcüler, Lazlar, Terekemeler, Dadaşlar, Pomaklar, Arnavutlar, Azeriler… tek seçime milliyetçiliğe mecbur edilmiş.
Hakeza Hıristiyan ve Yahudiler yabancı kategorisine dahil edilip Anadolu’daki tarihi kökleri yok sayılırken, Aleviler, Ezidiler adeta cihatçılara kurban edilircesine ölümleri reva görülmektedir. Sünniler şeriatçı gerici nitelemesiyle radikalizme, tutuculaşmaya ve şiddet için sistem yedeğine çekilmiş.
Kamplaştırma, böl yönet toplumun tüm hücrelerine kadar yayılmış. En ufak ayrılık gerilim, ayrışma, çatışma gerekçesi yapılmış.
Oysa her bir özellik muazzam bir zenginlik, bir değer, bir renktir. Her farklılığın ifadesi kültürel, dilsel, etnik, inançsal zeminde muazzam bir renklilik, çoğulculuktur. Demokrasi, insan hakları için en iyi fırsatları sunmaktadır. Bu temel üzerinden felsefe, ekonomi, toplumsallık, kültür, eğitim muazzam büyür gelişir ve değer katar. Üstelik insan dünyasındaki, zenginlik ve çoğulculuk gibi coğrafi çeşitlilik ve zenginlik de mevcut. Ve bu bağlamıyla muazzam bir gelişme zemini var.
Gelin görün ki bu ülkede her şey kısırlaştırılmış, sınırlandırılmış, bağımlı hale getirilmiş durumda. Sistemin temellerinin atıldığı yılların kutsandığı günlerden biri de 30 Ağustos Zafer Bayramıdır. Türkiye’deki milliyetçi tekçi zihniyet buradan abartıyla, ırkçı anlayışa malzeme çıkarmaktadır. Ve bir türlü bu süreci aklıselim sorgulayamıyor.
Oysa adeta onun zıddı bir duruşu gerektiren 1 Eylül Dünya Barışını temsil eden özel ve anlamlı bir gün var. Türkiye’de, Kürdistan’da, Ortadoğu’da tüm etnik, din, mezhep, cins, dil, kültür ögesinin özlemini duyduğu bir çoğulculuk, barış, demokrasi istemi var.
Yaşanan süreç Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıma götürüyor. Evrensel değerlerin bu tekçi ırkçı zihniyeti yutacağından kuşkum yok. Bu sistemin yıkılmasını da bir an önce diliyorum. 15 Temmuz’dan itibaren başlatılan yeni bir kuruluş süreci de var. Ne var ki, bu kuruluşun bir öncekini dahi arattığı aşikardır.
Suriye’nin kuzeyi, Rojava, Başur, Libya, Kafkaslar, Akdeniz ve ötesi bölgelerdeki bütün saldırganlık da bu kuruluşun içerideki yapılanmasını sağlama bağlamak içindir. Saray merkezli sistem, kurumsallaştıkça, yeni askeri güçler, saldırı birimleri, militer ve paramiliter güçler oluşturmakta. Alternatif olabilecek demokrasi, barış, özgürlük yollarının tümünü tıkamakta topluma nefes aldırmamaktadır.
İnşa edilen yeni rejim, seçim yollu değişimi bitirmiştir. Hala bu umutla siyaset yapmak açık ve net bir saflıktır. Hakeza bu sistem sivil toplum örgütlerini; sendikaları, insan hakları kuruluşlarını, dernekleri, vakıfları ya denetime almakta ya da kapatmaktadır.
Bu yüzdendir ki, insanlar bu krizde dahi sokaklara çıkıp haklarını istemek yerine intihar ediyorlar, bedenlerini yakıyorlar. Artık mecburiyetten hırsızlık, talan, dilencilik, fuhuş, uyuşturucu satışı, mafya vb gayri ahlaki, gayri yasal girişimlerde bulunuyorlar.
Oysa bu çare değil. Tek yol ciddi bir örgütlenmedir. Olası tüm saldırıları bertaraf etmenin yolu budur. İlk ve en güçlü örgütsel atılım ise bireysel eylem ile başlar. Bir bireyin öncelikle ruhen, bedenen bu sisteme ait olmadığını, daha iyiyi, daha özgürlükçü ve daha refah dolu bir yaşamı hak ettiğini bilmesi gerekir. Ve bu isteğinin de bilinçli bir eylemle mümkün olduğuna inanması lazım. Bireysel başlayacak bir adım kısa zamanda toplumsallaşır da.
Direnişler tarihi sayısız örneklerle doludur. Ama her zaman için bir birey kıvılcımı yakmıştır. Net ve kendini örgütlemiş, özgürlüğüne inanan her birey bu süreçte öncüleşmeye, özgürlük ateşini yakmaya adaydır.