Yetmişli yıllarda, tatil için İstanbul’a giden bir öğretmen arkadaşım evinde kalayım, çiçekleriyle ilgileneyim diye anahtarlarını bana bırakmıştı. Arkadaşlarla gidiyorduk çoğu zaman. Bir gün, Ankara ve İstanbul’dan gelen iki arkadaş, Van’dan benimle birlikte iki arkadaş daha birlikte eve gittik. Ertesi gün izni alınmış, yasal bildiri dağıtıp afişler asacaktık.
Sohbet ediyorduk kapı çalındı, gidip açtım ki Siyasi Şube’den (şimdiki terörle mücadele) bir grup polis. Sık sık gözaltına alındığımız için tanırdık birbirimizi. -Buyrun, dedim. Arama yapacaklarını söylediler, izinleri de hazırdı. Girdiler, üst araması yaptılar, afiş ve bildirileri bir kenara alıp kitaplığı aramaya başladılar.
O ara kitaplığın arka tarafına düşmüş bir kağıt çıkardı polislerden biri. Kağıt, sarı saman, üçe dörde katlanmış matbu bir Kürdistan haritasıydı. Üzerinde kırmızı bir hatla bazı yollar, yönler çiziliydi. Zevkten dört köşe olup aramayı kestiler, kendilerince yeterli belgeyi bulmuşlardı.
Kelepçelendik, ‘haritamız’, afişlerimiz ve bildirilerimizle birlikte şubeye götürüldük. O gece ve ertesi gün öğlen sonrasına kadar şubede kaldık. Bir arkadaşımızın kulak zarı, bir diğerinin ayak tabanları patlamıştı. Sonra savcılığa götürüldük, gözlerinden ateş saçan bir savcı ifadelerimizi aldı.
Haritanın ne olduğunu bir iki arkadaş biliyormuş: ‘Savcı bey, bu harita dediğiniz şey Sosyolog İsmail Beşikçi’nin Alikan Aşireti’ni anlattığı kitabındaki göç yollarını gösteren harita, muhtemelen kitabın arasından düşmüş’ deseler de nafile, dinleyen kim… Savcı tutuklama isteğiyle mahkemeye sevk etti, apar topar ifadelerimiz alındı, kırk beş gün sonrasına gün verilerek tutuklandık ve Van Cezaevi’ne yollandık.
Van o zamanlar küçücük bir şehirdi, demokrat avukatlar vardı kuşkusuz ama böylesi bir davaya bakacak nitelikte, hakkıyla savunacak avukat var mıydı, bilmiyorum. Genellikle kavga gürültüden, afiş ve bildiri gibi davalardan yargılanırdık ve çoğunlukla avukatsız, kendimiz yapardık savunmalarımızı.
Ancak dışarıdaki arkadaşlar, durumun ciddiyetinden kaynaklı, Tatvan’dan bir avukata bilgi aktarmışlar, o da sağ olsun mahkemeden bir gün önce, noteri yanına alıp gelerek vekaletlerimizi aldıktan sonra gidip dosyayı inceleyeceğini, yarın mahkemede görüşeceğimizi söyledi.
Yerel basın durumdan vazife çıkarıp abarttıkça abartmış, ‘Polisimizin etkin çalışmaları, ele geçirilen belge ve dökümanlarla şehrimizde bir Kürtçü hücre, planladığı anarşist (O dönem henüz terörist sıfatı kullanılmıyordu) eylemler öncesi çökertildi’ türünden şeyler yazmış, mahkemeye ilgi artmıştı.
Savcı, geçmişten günümüze bölücü faaliyetleri, ayaklanmaları vs. müthiş heyecanlı ses tonuyla aktardıktan ve can alıcı belgeyi, ‘Kürdistan haritasını’ hakime sunduktan sonra, mağrur bir ifadeyle uzun uzun bize bakıp yerine oturdu.
Avukatımız ayağa kalktı, savcıya gülümseyerek baktıktan sonra: ‘Galiba beni de tutuklamanız gerekiyor savcı bey, şu an o haritanın aynısını çantamda taşıyorum, dün bu şehre geldim, dosyayı inceledim, bu genç çocukların ifadelerindeki kitabı bulabilmek için adliye binanıza elli metre uzaklıktaki kitapçıya uğradım, bahsettikleri o kitabı aldım, baktım ki sizin elinizdeki harita o kitabın eki. Satın alıp size hediye etmeye getirdim ve aynı hukuk fakültesini bitirdiğimizi de düşünerek, sayın savcı neden böyle bir araştırma yapmamış diye düşündüm durdum’ dedi. Çantasını açarak Beşikçi hocanın kitabını savcıya uzattı…
Kelepçeyle geldiğimiz mahkemeden kelepçesiz döndük, eşyalarımızı diğer tutsaklara bıraktıktan ve vedalaştıktan sonra ayrıldık cezaevinden. Şimdi ne alakası var bütün bunların Maxmur’la diyeniniz çıkabilir. Alakası var. Hem de çok var. Ben hayatımda bir avukatın önemini Van’daki o mahkemede gördüm, öğrendim. Meğer ne çok şeymiş iyi bir avukata sahip olmak.
Maxmur… Öz yurdunun başka bir parçasındaki avukatsız ve sözde Birleşmiş Milletler gözetimindeki kamp. Ha bire insanlı, insansız hava araçlarıyla bombalanan, avukatı kendi öz savunma güçleri, bağrında büyüttüğü çocukları olan, yurtsever kasaba… Doksanlı yıllarda, özellikle Kuzey’in Güney’e yakın bölgesindeki köy ve kasabalarda zulüm doruğa ulaşmış, köyler, köylüler yakılır, kaybedilir, hayvanlar dahi öldürülür olmuştu ya, işte tam o dönemde binlerce köylü evlerini, köylerini boşaltarak Güney’e göçtüler. Türkiye metropolleri yerine tercihleri buraya gelmek olmuştu. Yolda ölenler hariç önemli bir bölümü buraya, yani Güney’e ulaştı.
Ulaştılar ulaşmasına ya, işler pek de istedikleri gibi olmadı. KDP pek de hoşnut olmadı gelmelerinden, geri dönmeye zorlandılar önce. Oysaki onlar Halepçe döneminde Saddam zulmünden kaçan soydaşlarını bağırlarına basmış, evini, olanaklarını sunmuş, yemeyip yedirmişlerdi zulümden kaçanlara.
İlk kamp yerlerini, ikinciyi, üçüncüyü -taa altıncıya kadar-, terketmek zorunda kaldılar.
Zulümden kaçanlar bu kez kardeş kurşunlarıyla öldürülür, sürülür olmuşlardı. En son, nasıl olduysa BM gözetiminde, Hewlêr’e kırk dakikalık bir mesafeye, Maxmur kasabasının hemen yanındaki çölden oluşan bir alana ‘yerleştirildiler’, kendi ülkelerinde mülteci olarak. Çölü yerleşim alanına çevirdiler. Evler yapıp ağaçlar diktiler. Yeşerdi, tez zamanda yaşanabilir bir alan olmaya başladı Maxmur. Ancak hedef olmaktan hiç kurtulamadılar. Ha bire vuruldular, gah Türk insansız hava araçları, gah KDP tarafından. Ancak hiç vazgeçmediler yaşama ve özgürlüğe tutunmaktan. Okudular, yazdılar, kitaplar çıkardılar, üniversitelere gittiler. Şimdi bakıldığında otuz yaş altındaki herkes bura (Güney) doğumlu. Kürt dilinin hem Kurmanç hem Soran diyalektiğini çok çok iyi biliyorlar.
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar sürekli baskı gördüler, gün yüzü görmediler. Geçen yıldan bu yana, (Geçen hafta tam bir yıl oldu) yeniden bir kuşatma altındalar. Sudan bir sebeple etrafları sarılıp yolları kapatıldı.
İnsanlar Hewlêr ya da başka bir yerdeki işyerine gidemiyor, yasak. Üniversitedeki çocuklar okullarına gidemiyor, yasak. Yolun iki başı, kasabanın çevresi tutulmuş. Üretmeye gidemiyor insanlar, gıda sorun, ilaç sorun olmaya başladı. Kuşatmanın başladığı dönemde şehirlerde olan insanlar da kasabalarına, ailelerinin yanına gidemiyor, o da yasak. Maxmur kağıt üzerinde BM Mülteci Kampı. İzolasyon ve zulüm bir yılı, bombardıman ve katletme yıllardır sürüyor, BM’den ses yok. Irak merkezi hükümetinden ses yok. Demokrasinin ‘sözde’ önde gideni Avrupalılardan ses yok. Maxmurlular. Onlar ki, DAEŞ’in Hewlêr’e yürüdüğü dönemde canlarını siper edip savaşan, insanlık düşmanlarını Kürdistan’ın Güney’inden uzak tutan yurtsever hareketin parçaları. O günlerde yere göğe sığdırılamayan yiğit savaşçılar.
Sayın Mesut Barzani kampa kadar gidip onlarla çay içti, sohbet etti, kahramanca direnişlerinden dolayı teşekkür etti. Şimdi o kamptaki analar hastanelere gidemedikleri için çocuklarını ya da kendi canlarını yitiriyorlar. Şimdi ondan da ses yok…Avukat demiştim ya hani, kendi kendinizi savunmanın dışında, kendi bağrınızdan çıkan, dört parçada canını siper edenlerin dışında, hakkınızın ne olduğunu bilen, gerekli yerlerde sizinle aynı şeyleri düşünen, noter parasını, tüm masrafları kendi karşılayan beklentisiz avukat. Van’daki davanın eli özelde Maxmur’un, genelde Kürtlerin başına.