Bertelsmann Vakfı’nın 2004 yılından bu yana iki yılda bir yayınladığı “Dönüşüm Endeksi” araştırması, dünya genelinde demokrasilerin her geçen gün daha da zayıfladığını ortaya koymaktadır. 2018 ve 2020’de Türkiye, demokrasinin zayıfladığı “ılımlı otokrasi” ülkeleri arasında yer almıştı. Raporun Türkiye ile ilgili bölümünde, 2017’deki anayasa değişikliği referandumunun ardından “parlamenter sistem yerine aşırı güçlü bir cumhurbaşkanı makamı inşa edildiği” belirtilmiş ve “bunun de facto bir diktatörlük olduğu, Türkiye demokrasisi ve dış politikası üzerinde etkileri olacağı” ifadelerine yer verilmişti. O günden bugüne de Türkiye, toplumsal, idari ve ekonomik sorunların her geçen gün ağırlaştığı, kronik sorunlara çözüm yollarının bulunamadığı, özgürlük ve adalet ile ilgili mağduriyetlerin her geçen gün arttığı, farklı düşünce ve önerilerin tehditle damgalanıp bastırıldığı, toplumun her geçen gün fakirleştiği ve gelecek ufkunu kaybeden bir ülke haline getirilmiştir. İktidar bloğunun otokratik ve güvenlikçi düsturu Türkiye’ye bir gelecek vadetmediği gibi her geçen gün norm devletinden uzaklaşıp bir tedbir rejimine dönüşmektedir. Demokrasiden uzaklaştığı için gelecek vizyonu üretememekte, onun yerine dışarıya karşı savaş, içerdeyse beka, tehdit, terör, kumpas gibi negatif ve reaksiyoner kavramlara başvurmaktadır. Ekonomik sorunların giderek artması da AKP’nin içeride kamuoyunu meşgul edecek yeni manipülatif konuları gündeme getirmesiyle sonuçlanmaktadır.
Türkiye yakın tarihinin en büyük enflasyonunun yaşandığı, TL’nin büyük değer kaybettiği bir dönemde, İçişleri Bakanlığı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ilgili başlatmış olduğu teftiş kararı ve sonrasında iktidara yakın medya üzerinden İBB’nin kurumsal kimliğinin ve faaliyetlerinin kriminalize edilmeye çalışılması ve belediye bünyesinde istihdam edilenler üzerinden “terör ile iltisak” ilişkisinin kurulmaya çalışılması, inşa edilen yeni rejimin yönetsel karakterinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. İBB’deki meşru yapıyı dağıtmak, belediyeye el koymak ve Belediye Başkanı İmamoğlu’nu tutuklamak şeklinde iddialar ve tehditler üzerinden gündeme gelen teftiş kararı, uygulanabilirliği ve mevcut politik konjonktürde hayata geçirilebilirliğinden bağımsız olarak iktidar bloku ve özellikle o blok içinde birtakım kliklerin murat ettikleri şeyi göstermesi açısından dikkate değerdir. Daha önce HDP belediyelerine kayyım atanmasının ön süreciyle büyük paralellik gösteren bu durum, İçişleri Bakanı Soylu ve MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin konu sahipliği üzerinden gündemdeki yerini koruyor. Soylu ve Bahçeli’nin ısrarlı bir şekilde gündemlerine aldıkları bu konu, henüz yekpare bir şekilde iktidar bloku ve AKP-Erdoğan’ın bu süreçte aldığı pozisyon bağlamında mutabık kalınan bir konu olmadığı izlenimi vermektedir. Bu durum, daha önce emsallerine rastlanılan bir yöntem olarak değerlendirilebilir. Zira benzer şekilde kamuoyunda büyük tepkiler çekme ihtimali olan kararlar alınmadan önce, Bahçeli üzerinden o konu gündeme getirilmekte ve ortaya çıkan tepkilere göre Erdoğan sahneye çıkmaktadır. Bu sürecin benzer bir noktaya evirilme ihtimali, bugünden sonra alınacak tutumla ilgili olacaktır. İmamoğlu’nun görevden el çektirilmesi şeklinde gündeme getirilen iddialar ve yetki gaspı, daha önce HDP belediyelerine el konulması ve belediye eş başkanlarının tutuklanmasıyla siyasal terminolojide yeniden kullanılmaya başlanan “kayyım” uygulamasını, bu uygulamanın kapsamını ve mahiyetini göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Bu bağlamda ortaya çıkan tablo ve “terör” soruşturması adı altında kumpas arayışlarının mevcut iktidar blokunun yönetsel karakteri bağlamında bir “istisna” değil “kural” halini almaya başladığını söylemek mümkündür. Türkiye’deki demokratik kültürün kurulamamasının önemli sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan bu durumun arka planında, özellikle 2015 yılından sonra belirginleşerek devam eden otoriter rejimin tedbir devlet modelinde aramak gerekir.