Bir ülkenin basın tarihi, o ülkenin siyasi ve toplumsal tarihi hakkında da çok şey anlatır. O nedenle sözlü tarih çalışmaları ve gazetecilerin anı kitapları oldukça ilgi görür. Ancak bu ilgi, genel olarak, ana akım gazetecilerin yazdıkları üzerinde toplanır. Tıpkı resmi tarihin ya merkezinden ya da kıyısından köşesinden seslenen metinlerin daha fazla görünür olması ve ötekilerin, kendi sözleriyle anlattığı tarihlerinin görün(e)memesi gibi, öteki basının tarihi de, pek karşımıza çıkmaz.
Oysa, bu topraklarda gazeteciliğin ve dergiciliğin başlamasında Rum, Ermeni ve Yahudi gazete ve dergilerinin büyük bir payı vardır. İlk Rumca gazete olan Filos ton Neon 1831, ilk Ermenice gazete olan İşdemaran Bidani Kidelyats 1839, ilk Yahudi gazetesi Sha’arey Mizrah – Las Puertas del Oriente ise 1845 yılında yayımlanmıştır örneğin. Osmanlı’nın siyaset dünyasında bu yayınlar oldukça belirleyici olmuş, 1908 Devrimi’nin ardından ise bu yayınların sayısında ciddi bir artış meydana gelmiştir.
1915 Ermeni Soykırımı’nın ardından Ermeni basınının, Mübadele ile birlikte Rum basınının neredeyse ölüm kalım mücadelesi verecek düzeyde güçsüzleşmesi, Anadolu’nun Türkleştirilmesi politikasının basın alanındaki karşılığıdır. Sadece öteki basının tarihini okumak bile, bu dönemki politikaların nelere yol açtığını açıkça gösterir. Ya da 1908 yılında Şark ve Kürdistan gazeteleriyle yola çıkan Kürt basınının, 1920’lerden 1970’lere kadar bir varlık ortaya koyamaması da Kürt Sorunu hakkında bize bir şeyler anlatır.
Şubat ayında, Tütün Deposu’nda açılan “İstanbul’un Çoğul Medyası” sergisi işte bu öteki basının tarihine ve hâlâ varlığını sürdüren örneklerine dikkat çekiyordu. Bilgi Üniversitesi Türkiye Kültürleri Çalışma Grubu tarafından yürütülen “İstanbul’da Kültürel Çeşitliliğin Sivil Toplum Aktörlerini Güçlendirme ve Kapasite Geliştirme Projesi” kapsamında açılan sergide Alevi, Boşnak, Çerkes, Dersim, Ermeni, Hemşin, Katolik, Kürt, Laz, Rum ve Yahudi yayınlarından örnekler sergilendi ve bu yayınları çıkaranlarla yapılan söyleşiler paylaşıldı.
Şimdilerde ise, yine aynı proje kapsamında hazırlanan bir web sitesi yayına girdi: www.istanbulkulturleri.org <http://www.istanbulkulturleri.org>. Sitede, sergi içeriğinin yanı sıra, ansiklopedik bir düzende, İstanbul’da çıkan öteki basın üzerine maddeler ve araştırma yazıları bulunuyor. Sergi ve site, topluluk medyalarının kendi tarihlerine ilişkin metinler barındırsa da, asıl olarak, hâlâ çıkmakta olan yayınlar üzerine odaklanıyor. Bu çalışmada gördüğümüz, öteki basının tarihinin maruz kaldığı görünmezliğin, hâlâ çıkmakta olan yayınları da kapsadığı. Gerek bu yayınları çıkartanlar, gerekse bu konuda çalışma yapanlar dâhi, bu kadar yayının yan yana sergilenmesiyle ortaya çıkan çeşitliliğin algılarındakilerinden kat kat fazla olduğunu ifade ediyor. Herkesin kendi mahallesine çekilmek ve sadece oraya seslenmek zorunda kalması, asırlık bir baskı politikasının bugünkü yansıması aslında. Agos, bunun çarpıcı bir örneği değil mi? Sadece kendi mahallesine seslenmekle kalmak istemeyen, iyi bir gazetecilik iddiasıyla ortaya çıkan Agos’un nelerle karşılaştığını hepimiz biliyoruz. Resmi ideolojinin safsatalarının altına gömülen gerçekleri geçmişten alıp bugüne getirmek ve bir “bellek mücadelesi” vermek için yola çıkmıştır Agos. Enzo Traverso’nun dediği gibi: “Bellek ve tarih aşılmaz engellerle ayrılmış olmadığından ve sürekli birbirlerini etkilediklerinden, bu durumdan güçlü bellekler ve tarih yazım arasında ayrıcalıklı bir ilişki doğar. Kamusal ve kurumsal kabul anlamında bellek ne kadar güçlüyse, taşıyıcısı olduğu geçmiş de o ölçüde araştırılmaya ve tarihe dahil edilmeye uygun olur” (Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Versus Yayınları). Ve bu belleği güçlendirme çabası hâlâ oldukça tehlikelidir öteki basın için.
“İstanbul’un Çoğul Medyası” sergisi ve web sitesi öteki basını görünür kılmak için önemli bir adım. Ancak, bu topraklarda ortaya çıkıp kaybolmuş ya da bir şekilde varlığını devam ettiren her gazetecilik deneyimine hakkını vermek için daha çok çalışmaya ihtiyaç var.