Suriye sahasındaki aktörlerin politikaları üzerine neredeyse söylenmedik söz kalmadı. Tarafların yalanları da doğruları da kâfi miktarda tekrarlandı. Sahadaki oyuncuların sürekli taraf değiştirmesi, bir cephede birbiriyle çatışırken öte cephede ortaklık etmesi, yeni ittifak ve ihtilafların yaşanması amiyane deyimle at izini it izine karıştırdı. Kimin kiminle dost ya da düşman olduğu, kimin hangi stratejiyle hangi hedefler için savaştığı unutuldu. Savaşın neden, nasıl ve niçin başladığını kimse hatırlamıyor. Tutum ve tepkiler güncel gelişmelere göre oluşuyor. Bu da çoğunlukla iktidarların oluşturdukları algıya göre şekilleniyor.
Dolayısıyla Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu’da yaşananların gerçek neden ve hikayeleri akılda tutularak yorumlanması önemli olmaktadır. Zira birçok ülkenin Arap halk ayaklanmaları olarak başlayan sürecin başında izlediği strateji ile bugünkü politikaları arasında ciddi farklar ve hatta zıtlıklar oluştu. Bu ülkelerden biri de AKP-MHP iktidarındaki Türkiye’dir.
İdlib’de yaşanan son hadiseler AKP-MHP iktidarının son yıllarda uyguladığı politikaların kaçınılmaz bir sonucudur. Politik, ekonomik ve askeri güç ile emperyal arzular arasındaki asimetrik dengesizliğin tarihe geçebilecek iyi bir örneği de denilebilir. Kuşkusuz bu durum sadece AKP-MHP iktidarıyla ilgili değildir, Ortadoğu’nun gerçeklikten uzak pek çok kof, kabadayı, despotik yönetimde görülen bir durumdur. Rusya’nın askeri ve ekonomik gücü ile zar zor kelleyi kurtaran Beşar Esad bile hala kameraların karşısına çıkınca sağı solu tehdit etmekten geri durmuyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye macerasını hatırlamak ve buna göre Türkiye’nin ne kazanıp ne kaybettiğine bakmak gerekir.
AKP-MHP iktidarı Suriye iç savaşıyla birlikte Ortadoğu’nun hakimi ve bunun üzerinden küresel güç olma gibi gerçeklikle bağı olmayan fantastik bir strateji izledi. Ancak strateji hem esas hem de usul itibarıyla ciddi yanılgılara dayanıyordu. Öncelikle yayılma alanı olarak belirlenen Arap ve Kürt coğrafyalarındaki halkların politik, sosyolojik ve kültürel eğilimleri, duygu dünyalarına dair tespitlerin kahir ekseriyeti yanlış okumalara dayanıyordu. Halkların ve coğrafyanın gerçekliğinin bilimsel analizinden ziyade, milliyetçi egoların arzu ve hayallerine göre yapıldı tespitler.
Buna göre Osmanlı’nın Arap ve Kürt coğrafyasındaki intibası ‘asrısaadet’ kadar olmasa da ona yakındı. Osmanlı’nın torunları elbette bu coğrafyada kurtarıcı olarak algılanacaktı. AKP’nin ilk yıllarında Erdoğan’ın posterlerinin taşınması bunun en bariz işaretiydi. Ümmet yine halifesine biat edecekti. Kuşkusuz karşı çıkan kimi grup ve kesimlere karşı da askeri güç kullanılacaktı. İslam ümmeti Osmanlı döneminde olduğu gibi Türkiye etrafında kenetlenerek birlik olacak, Türkiye de küresel güç olarak ümmete öncülük edecekti. Bu arada tarih boyunca sürekli sorun olarak görülen İran-Şia sıkıntısı da minimize edilecekti.
Oysa gerçeklik bundan çok farklıydı. Arap ve Kürt halklarının Osmanlı’ya bakışı ile Türkiye’nin tahmini arasında büyük bir fark vardı. Osmanlı dönemine özlem duymak bir yana sömürge olarak görme durumu yaygındı. Ümmet kardeşliği de geçmiş muhtevasından epey uzaklaşmış ve anlam yitimine uğramıştı. Arap sokaklarında taşınan Erdoğan posterleri de kısmen Batı’nın Türkiye’yi model ülke olarak sunma çabası, kısmen de Erdoğan’ın ümmetçiliğinden ziyade ümmetçilik gömleğini çıkardığı ve Batı’ya yanaşmasının sonucuydu.
İç kamuoyuna yönelik çok abartılsa da Türkiye’yi küresel pozisyona taşıyacak ne askeri, teknik ne de ekonomik kapasitesi vardı. Daha önemlisi politik, kültürel ve sosyolojik gerçekliği ve zihinsel kodları ümmetçilikten ziyade milliyetçiliğe göre şekillenmişti. Maalesef entelektüel birikimi de bu tespitleri yapabilecek kapasitenin çok altında ve güdük durumdaydı. Ümmetçilik zannettikleri düşüncelerinin üstü biraz kazılınca milliyetçilik fışkırıyordu.
Yani bir strateji vardı ancak hayaller, varsayımlar ve büyük yanılgılara dayalıydı. Nitekim yanılgılı varsayımlara dayalı hayallerin Ortadoğu’nun kaynayan kazanında yer edinmesi mümkün değildi. Türkiye tarafından organize edilen, silahlandırılan silahlı gruplar dışında halklar bu görünürde ümmetçi ama özünde Türk milliyetçiliğine dayalı yayılmacı politikaların karşısında durdu. Türk milliyetçiliği buralardaki halklarla eşitliğe dayalı bir ilişki geliştirmek yerine emperyal heveslerle davrandı.
Irak ve Suriye’de rejim değiştirme, Katar ve Sudan’a askeri üs kurma, Kafkaslardan Ortadoğu’ya envai militan taşınması ümmetçilik sıvası altına gizlenen milliyetçi emellerin kısa sürede açığa çıkmasına neden oldu. Ümmetçiliğin sıvası kısa sürede dökülünce, Arap iktidarlarıyla köprüler atıldı. Hamisi olma hayaliyle yola çıkılan Arap sokağından geriye şehir devletçiği Katar ve kimi radikal, selefi örgütler kaldı. Onlar da atsan atılmaz, satsan satılmaz babında.
Stratejinin Kürt ayağı da benzer bir serüven izledi. Kürdistan, Türkiye’nin fiziki olarak Arabistan’a açılma kapısıdır. Bu coğrafik olduğu kadar inançsal, kültürel, siyasi ve ekonomik olarak da böyle olmuştur. Coğrafyanın tarihsel, kültürel, toplumsal ve politik gerçekliği gözetilmeden milliyetçiliğe dayalı ajandaların işlemesi mümkün değildir. Arap toplumunun başka halklara biat etmeyeceğini hala öğrenemeyen ümmetçilik soslu milliyetçilik, bin yıldır birlikte yaşadığı Kürt kardeşini de doğru dürüst tanımıyordu. Hala zor ve baskıyla statüsüz bırakacağını zan etti/ediyor. Rojava’yı boğma politikaları, Federal Kürdistan Bölgesi’nin Bağımsızlık Referandumu’na dönük engelleme ve tehditler, içerde baskı politikasıyla bastırma çabaları stratejinin ikinci ayağını da kısa sürede tuzla buz etti.
AKP-MHP iktidarı gerçekler karşısında hükmünü yitiren hayal ürünü stratejisini 2015 yılından itibaren askeri zorla uygulama işine girişti. Bunun için bölgesel ve uluslararası dengeleri kullandı. Kimi zaman dengelerden güncel faydalar da sağladı. Ancak Kürt ve Arap halklarıyla onarılamaz yaralar da açtı. Kürtlerin statüsüz bırakılması üzerine kurulu siyasetin yarattığı tahribatın olumsuz etkilerinin daha uzun yıllar görülmesi pek muhtemeldir.
İçerde Kürt düşmanlığı üzerinde toplumun milliyetçileştirilmesi, dışarıda Kürtlerin statü kazanmaması üzerine güya denge politikaları adı altında girilen tavizkar politikaların sonucu İdlib’de olduğu gibi ölüm, acı ve gözyaşıdır. Gelinen noktada AKP-MHP iktidarı “oyun bozuculuk” adı altında topluma büyük bir hamasetle sunduğu ve bozduğu “oyunun” kurbanı oldu. Türkiye, Kürt karşıtlığı üzerinden Rusya’ya birçok taviz vererek, ABD ve Rusya arasında Suriye’de oluşan dengeyi bozdu. Ancak bozulan dengenin altında da yine kendisi kaldı.
Kürtler statü sahibi olmasın diye tüm iplerini Rusya’nın eline veren AKP-MHP iktidarı şimdi boynuna dolanan ipten kurtulmak için tekrar ABD ve NATO’nun ipine sarılmaya çalışıyor. AKP-MHP iktidarının mevcut politikaları sürdüğü müddetçe de Batılı güçlerden mevcut denklemi değiştirecek bir hamlenin gelmesi pek mümkün değildir. Zira atı alan Üsküdar’ı geçti. Suriye’de artık sahanın hakimi Rusya’dır. Çok beklenmedik gelişmeler yaşanmazsa Cenevre ve yeni anayasa meselesi de rafa kalkacaktır. Ki denklemi değiştirme gücü bulunan ABD ve Batılı ülkelerin ne böyle bir niyeti ne de motivasyonu var.
Türkiye, Suriye’de hem kendisi kaybetti hem de Batılı müttefiklerine kaybettirdi. Bir gün geç ya da erken, Suriye’den çıkmak zorundadır. Mevcut politikada diretmek kaybın daha da ağırlaşmasından öte sonuç vermeyecektir. Osmanlı hayalinin bilançosu ağır oldu. Türkiye, Batılı stratejik müttefikleriyle karşı karşıya geldi, hinterlandı zannettiği Arap ve Kürt halklarıyla arasına yeni düşmanlık tohumları ekti ve tüm bu coğrafyayı, tarihsel rakibi olarak gördüğü İran’ın nüfuzuna açtı. ABD’nin Ortadoğu politikasından vites düşürmesiyle Türkiye Rusya’ya hem daha fazla bağımlı hem de mahkum hale geldi.
Oysa Türkiye’nin önünde büyük bir olanak vardı. Öncelikle Kürtlerle barışarak iç barışını sağlayabilir ve Ortadoğu’ya büyük bir açılım yapabilirdi. Halkların iradesini esas alan bir yaklaşımla bölge halklarıyla birlikte barış ve diyalog yoluyla daha eşitlikçi bir Ortadoğu’nun inşa edilmesinde rol üstlenmesi gayet mümkündü. Böylece ne ABD ne Rusya ne NATO ne de başka bir güce bağımlı ve mahkum olmayacaktı. Ancak AKP-MHP iktidarının yayılmacı politikaları tüm bu fırsatları heba etti.
Türkiye’nin ABD ile bozuşmasının da Rusya ile yakınlaşmasının da AB ve NATO ülkeleriyle yaşadığı gelgitlerin de asıl kaynağı Kürt politikasıdır. Türkiye, Kürt karşıtı politikasının benimsenmesini diğer tüm çıkarlarının önüne koyduğu ve Kürtlerin statüsüz kalmasını varlık gerekçesi olarak gördüğü müddetçe hayal ettiği güçlü ülke olmayacaktır. Sürekli iç kanama geçiren ve diğer güçler arasında denge arayan muhtaç bir ülke pozisyonunda kalacaktır. Zira Kürtlerle savaşarak Ortadoğu’da güç olunmayacağı aşikardır. Kuşkusuz Türkiye bu politikalarıyla Kürtlere kaybettiriyor ancak kendisi de bu politikasını değiştirmedikçe kaybetmeye devam edecektir.
*Abdulmelik Ş. Bekir’e ait bu analiz Gazete Karınca’dan alınmıştır.