Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın geçen hafta gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinin ardından Almanya’daki hükümete yakın düşünce kuruluşları hararetli bir kamuoyu çalışmasına başladılar. Şansölyenin bütçesinden finanse edilen ve devlet aklını temsil eden “Bilim ve Siyaset Vakfı” (SWP) bu çalışmaların yön tayin edici önderi olarak, kamuoyu kampanyasının çizgisini şimdiden belirledi: “Türkiye’nin NATO’dan kopup, Rusya Federasyonunun yanında yer alması, Almanya için dramatik jeostratejik geri adımlar anlamına gelir ve küresel güç dengelerini tehlikeye sokar”.
Görüldüğü kadarıyla Alman emperyalizmi Türkiye ile (yeniden) yoğunlaştırılacak ilişkiler üzerinden yürüteceği politikalar için iç kamuoyunu hazırlamak istiyor. Türkiye’ye, bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’a belirli bir ihtiyatla yaklaşan Alman kamuoyuna sunulan “tehdit senaryosu” ilk bakışta gerçek resimmiş gibi algılanabilir. Düşünce kuruluşları böylesi bir algının altını doldurabilmek için, başta ABD-Türkiye gerilimi olmak üzere, farklı bazı gerçek çelişkileri ispat olarak sunuyorlar. Örneğin SWP’nin Türkiye uzmanı Günter Seufert, “1990’lardan bu yana Ortadoğu politikaları konusunda Batı ve Türkiye arasında ciddi farkların biriktiğini ve bunların sert çelişkilere yol açtığını” ileri sürüyor. Ve ekliyor: “Ankara’nın NATO’ya alınmasının gerekçesi olan cephe ülke gerçeği, 1990’dan bu yana ortadan kalkmıştır”.
Emperyalist güçler ve işbirlikçi ülke yönetimleri arasında her zaman ilişkilerin çelişkisiz yürümediği biliniyor. Hatta kimi zaman, konjonktürel koşullar elverdiğinde, işbirlikçi ülke yönetimlerinin askerî ve ekonomik açıdan kendilerinden çok daha güçlü emperyalist güçlerden taviz koparabildikleri de bir gerçektir. Bu tavizlerin en yakın örneği, AB’nin “mülteci krizi” vesilesiyle Ankara’ya milyarlık yardımların yanı sıra, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına çıktığı destektir. Nihâyetinde emperyalist-kapitalist dünya düzeninde çelişkisiz yürüyen hiç bir ilişki söz konusu değildir. Ancak tüm bu gerçekler, emperyalist güçler ile işbirlikçi ülke yönetimleri arasındaki ilişkilerin derinliğini değiştirmemektedir. Nitekim Almanya her fırsatta, “stratejik çıkarlarının Türkiye ile örtüştüğünü” vurgulamaktadır.
Ankara’nın da farklı opsiyonları kamuoyunun gözüne sokarak masaya yatırdığını biliyoruz. Kaldı ki, Türk hükümetlerinin stratejik partnerlerine isteklerini dayatmak için kimi zaman “Rusya ve İran Kartını” oynaması, 1920’lerden bu yana bir devlet geleneğidir. Ancak bu, “Avrasyacı” hayalperestlerin, ki askerî ve sivil bürokrasi içerisinde mevzi kazanmış olsalar dahi, “Türkiye yüzünü Doğuya dönsün” hülyalarını gerçek kılmaz. Çünkü Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinin derinliğini belirleyen faktörler öyle istenildiği gibi değiştirilemez.
Bu faktörlerin başında iktisadî ilişkiler gelmektedir. Türkiye ekonomisi, en ücra köydeki tamir atölyesinden en büyük ihracatçı tekele kadar, göbeğinden Batıdan ithal edilen ürünlere bağımlıdır. Aynı şekilde Türkiye ihracatının en büyük bölümü Batıya yapılmaktadır. Toplumsal tüketim alışkanlıkları, ülke çapındaki üretim, askerî-sınaî kompleks birileri istiyor diye kökten değişime uğratılamazlar.
Almanya’daki uzmanlar bu gerçekleri biliyorlar elbette, ancak iç kamuoyunun Türkiye’ye yönelik “yardımların” artırılmasına hazırlanması gerekmektedir. Maas Türkiye’den dönerken Alman basınına verdiği demeçte “Alman şirketlerinden Türkiye’deki yatırımlarını genişletmelerini istiyoruz” diyordu. Aynı günlerde ise Almanya’da yapılacak olan bir Kürt festivali yasaklandı. Maas Pazartesi günü ise, “İdlib’de gaz saldırısı olursa, Alman ordusu devreye girebilir” dedi. Bunlar geleneksel mekanizmanın tıkır tıkır işlediğini gösteriyor – tabii, görmek isteyene.