Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir!
Örtülü ödenek, kanun dışı, ahlak dışı, gayri meşru, insanlık suçu kategorisine giren işler için bütçeye konan ödeneğe deniyor. Velhasıl, ‘üstü örtülmesi gereken’ ‘karanlık’ işlerin finansmanı için ödediğimiz vergilerden ayrılan pay… Parlamentoda [Meclis’te] halkın duyması, bilmesi istenmeyen ‘işlerin’ kapalı kapılar ardında konuşulmasına da ‘kapalı oturum’ deniyor… Vekil, müvekkilden bir şeyleri ‘gizlerse’ müvekkilin ne yapması gerekirdi? Avukatınız, sizden bazı bilgileri-belgeleri gizlerse, ne yapardınız?
İyi de, gayri meşru işleri kotarmak için bütçeden kaynak aktarılmasını, gizli kapaklı işler çevirmek için kapalı oturum yapılmasını nasıl ‘gerekçelendiriyorlar’? Bu işi ‘devletin yüksel çıkarları’ [raison d’état] gereği yaptıklarını söylüyorlar… Eğer bu tür netameli işler ‘devletin yüksek çıkarları’ için yapılıyorsa, demek ki, devletin iki türlü çıkarı vardır: “yüksek çıkarları” ve “alçak çıkarları”… Bizim, “yüksel çıkarların” ne olduğunu bilmemizi istemiyorlar… Siz ‘alçak çıkarları’ bilseniz yeter diyorlar… Bir devletin halktan gizleyeceği ne olabilir, onun gıyabında gayri insanî, gayri ahlâkî işlere tevessül etmenin mantığı nedir?
Yurttaş demek, ödediği vergilerin hesabını sorabilen de demektir… ‘Neden örtülü ödenek var?’ dediğinizde, “o bütün devletlerde vardır” deniyor… Bu, o sorununu cevabı mı? Hani sui misal emsâl olmazdı? Durum böyleyken, bir de ‘hukuk devletinden’, ‘hukukun üstünlüğünden’, ‘demokrasiden söz ediyorlar… Sanki hukuku olmayan bir devlet olurmuş gibi… Hukuk tamam da ‘kimin hukuku’, ‘nasıl’? En ilkel kabilenin bile bir ‘hukuku’ olduğuna göre… Aslında kelimelerin, kavramların önüne konan niteleme sıfatları, kafa bulandırmak, yanılsama yaratmak, bir şeyi olduğundan farklı göstermek, olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek içindir ki, ona oxymore deniyor… 2020 bütçesinde örtülü ödenek miktarı 5 milyar, 410 TL. Tabii istenirse ‘yedek ödeneğin’ yolu da açık… Velhasıl bu yıl örtülü işlerin finansmanı için 5 milyar 410 milyon TL harcanacak… Herhalde ‘devletin çıkarları’ büyüdükçe, ‘örtülü işler’ de artıyor ve tabii harcamalar da… Asgarî yasallığın bile olmadığı bir yerde, hiçbir şeyin sınırı yoktur… İstediklerini istedikleri kadar, istedikleri yerde, istedikleri şeyler için harcayabilirler. Artık hesap soracak bir odak da olmadığına göre…
Kapitalist toplumda mülk sahibi sınıfların [burjuvazinin] beş yönetim tarzı vardır: ‘Klasik’ parlamenter demokrasi, asker-polis diktatörlüğü, faşizm, bonarpartizm ve sosyal demokrasi… Esasen sosyal demokrasi II. Emperyalist Savaş sonrasının ‘özel güç dengeleri’ sonucu ortaya çıkmıştı… Neoliberal küreselleşmeyle de gündemden düştü…
O halde bugün Türkiye’deki rejimi nasıl bir şey, nasıl tanımlanabilir-nasıl adlandırılabilir? Bir kere ‘klasik’ parlamenter demokrasiye benzer bir tarafı yok… Asker-polis diktatörlüğü de değil… O zaman geriye iki seçenek kalıyor: Bonapartizm ve faşizm… Tayyip Erdoğan’ın kendini ‘tüm toplum kesimlerinin’ babası olarak sunma şansı yok… Açıkça toplumun en geniş kesimini ‘iç düşman’ ilân eden ve öyle muamele eden birinin halk nezdinde ‘baba sayılmasının’ imkânı yok… Geriye ‘faşizm’ kalıyor… Aslında Türkiye’deki rejimi ‘din soslu-alaturka faşizm’ olarak tanımlamak, öyle aldandırmak gerçeğe daha uygun görünüyor… Bu vesileyle bir hatırlatma yapmak uygun olur… ‘Genel karakteristikleri’ baki kalsa da, tarihte toplumsal olaylar kendilerini her zaman aynı şekilde tekrar etmezler… Bugünün faşist rejimlerinin 90 yıl öncesindekine benzemediği gibi, her ülkede aldığı biçim de aynı olmaz…
Ekseri “tek adam rejimi” deniyor… Bu uygun bir tanım değil… Bu dünyada hiçbir ‘tek adam’ boşlukta durmaz… Tarih ‘tek adamların’ oyuncağı değildir… Mesela Hitlerin arkasında büyük Alman sanayicileri, büyük bankacılar, büyük toprak aristokrasisi olamasaydı, dünyayı kana bulayabilir miydi? Tayyip Erdoğan boşlukta durmuyor… Arkasında komprador oligarşi var, benim asıl devlet partisi dediğim iktidar odağı var…
Tabi buna itiraz edenler olacaktır… Parlamento açık, sendikalar yasaklı değil, basın her şeye rağmen tamamen susturulmuş değil, mahkemeler ‘yerli yerinde duruyor’, vb… Aslında parlamento epey zamandır kapalı… Reel olarak açık değil… şeklen açık! Bizde TBMM, Saray’dan gelen torbaları boşaltmakla meşgul. TBMM milleti temsil etmiyor. Öyle bir parlamentoda muhalefetin de hiçbir etkinlik sağlama yeteneği yok. İçi boş midye kabuğu… Gerçi sendikalar yasaklı değil ama zaten yasaklamalarına da gerek yok… Zira, DİSK, KESK Konfederasyonları ve belki bir iki küçük sendika dışındakiler zaten iktidarın safında, faşizmin hizmetinde… Kaldı ki, sendikalara kayıtlı işçi sayısı çalışanların çok küçük bir bölümünü kapsıyor… Medya yasaklı değil ama zaten yaklaşık %90’ı rejimin medyası, medyadan başka her şeye benziyor… Gazeteler ve televizyonlar -birkaç küçük istisna dışında- iktidarın propaganda merkezlerine dönüşmüş durumda… İktidarın her yaptığını öve öve bitiremiyorlar. Bunlar Saray’ın basını, gazetesi, televizyonu… Dolayısıyla, gazete, basın tanımına uygun değiller… Oysa gazetelerin, basının bir tarifi olmalıdır… Eğer basın, gazeteler, televizyonlar, vb. sessiz emekçi çoğunluğun sesiyle, vicdanıysa, o tanımı hak edebilirler… Bizde medya kimlerin neden hapse atılması gerektiğine bile karar verir halde… Gerçi bu kepazeliği kısmen de olsa ‘ödünleyen’ bir sosyal medya var -iyi ki de var- ama, yalan ve tahrifat bombardımanını püskürtmesi zor… Nihayet, ‘kuvvetler ayrılığı’ denilenin de yerinde yeller esiyor… Yargı da artık külliyen ‘iktidarın yargısına’ dönüşmüşken bu rejime uygun bir ad vermek gerekirse, ona yakışan nedir?
Eğer şeyleri ‘adıyla çağırmak gerekiyorsa’, bu rejime ‘din soslu faşizm’ demek uygun düşüyor… Varlığını içerde ‘kutuplaştırmaya’, dışarda ‘savaşa’ borçlu… Başka türlü yapamaz. Lâkin o yolun sonu yok… Zira, bu rejimin hiçbir sorun çözme yeteneği yok… Tam tersine, her seferinde her türden sorunları ağırlaştırıyor. Zaten ‘Siyasal İslamcıların’ fıtraten sorun çözme yetenekleri yoktur… Ayakları yere basmaz… Yaptıkları ve yapabildikleri yegâne şey, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri, canlı doğayı yağmalamak, yağmalatmak, talan etmektir… Doğrusu haklarını yememek gerekir: O işi çok iyi beceriyorlar… O konuda kimse onlarla yarışamaz…
Bu din soslu faşizmden vakitlice kurtulmak gerekiyor ama o kadarı yeterli olmaz. Yeni bir paradigmaya ihtiyaç var… Eski, bildik yöntem ve araçlarla yola devam etmek artık mümkün değil. Zira, içine hapsolduğumuz durum, bildik krizlerden biri daha değil… Söz konusu olan bir ‘uygarlık krizi’… İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar halde. Dolayısıyla, verili çerçevede sorunlar çözülebilir değil. Burjuva uygarlığı potansiyelini tüketti, yolun sonuna geldi… İnsanî-toplumsal mahiyetteki sorunlara ekolojik yıkım eşlik ediyor… Yeryüzünün egemenleri-küresel oligarşi- çatışmalar, savaşlar çıkararak, faşizmin değişik versiyonlarını dayatarak varlığını korumak istiyor ama bu tür zorlamalar sorunları daha da büyütmekten başka işe yaramayacaktır… Üstelik fatura, işçi sınıfına, ezilen-sömürülen sınıflara, yeryüzünün lanetlilerine ve doğaya çıkıyor, çıkacaktır… Artık eskisi gibi, düşünmemek, eskisi gibi davranmamak, eskisi gibi yaşamamak, sorumlu insanlar, yurttaşlar gibi davranmanın gerekli olduğu bir zamandayız… Velhasıl ‘sayın seyirci’ olmaya son verme zamanı… Bu dünyada bizim irademizin bir karşılığı yok mu? Hep itilip-kakılmaya mahkûm muyuz?