Küratör ve sanat eleştirmeni M. Wenda Koyuncu ile Kürt çağdaş sanatını konuştuk
Ateş Alpar
Küratör ve sanat eleştirmeni M. Wenda Koyuncu ile karantina günlerini, bölge illerindeki üretimleri, oluşumları, Kürt çağdaş sanatını konuştuk. Mardin’in Modern Kürt Edebiyatı açısından çok önemli bir durak olduğu Wenda, hem bireysel hem kolektif düzeyde birçok oluşumda kentte olduğunu belirtiyor. Kürt sanatçıların çalışmalarını içinde doğduğu ortamla beraber ele alınmasının gerektiğini söyleyen Wenda, bu alanın çok uzun irdelenmesi gereken bir çalışma gerektiğini belirtiyor.
- Wenda, Mardin’de yaşıyorsun. Karantina günlerini nasıl geçiriyorsun? Bize neler yaptığından, zamanı nasıl değerlendirdiğinden biraz bahseder misin?
Bir süredir Mardin’de, daha doğrusu İstanbul-Mardin arasında yaşıyorum demek daha doğru olur. Karantinadan önce yaşamla ve dünyayla ilişkim neyse o paralelde ama mekân kısıtlaması içinde devam etmeye çalışıyorum. Benim için sıra dışı olabilecek veya yıllardır yapmayıp da ertelediğim hiçbir şey yapmadım. Yani bu süreci bir fırsat olarak değerlendirmedim kendi adıma. Yaşanan bu felaketin bizi nelerle baş başa bırakacağı, sonuçlarının kimi ne kadar etkileyeceği konusunda ben de birçok insan gibi kafa yorup bazı sonuçlar çıkardım. Bu manada pandemiden önce; sınıf, iktidar, özgürlük, devlet, sömürge halleri, ekoloji, sanatın imkânları gibi kavram setleri ile kendi uğraş alanım içinde meşgul olurken karantina günlerinde de aynı şeyleri yapmaya devam ettim, diyebilirim. Bunların dışında somut olarak yapmayı planladığımız bazı etkinlikler vardı onları doğal olarak erteledik.
- Kentteki ve bölgedeki kültür-sanat pratikleri üzerine neler söylersin? Salgın bu pratikleri nasıl etkiledi? Karantina günlerinde ciddi sorunlar yaşayan kültür-sanat dünyası için geleceğe dair tahminlerin, öngörülerin neler?
Mardin’de ritmi ve hacmi çok yüksek olmayan bir sanat pratiği mevcut. Ancak ciddi bir dinamizm ve potansiyel mevcut. Mişart İnisiyatifi’nin üç dört yıldan beri istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü çağdaş sanat konuşmaları var. M. Ali Boran ve M. Mahsum Oral, kentte sanatın çeşitli boyutları ile tartışılması adına oldukça kıymetli bir çalışma yapıyordu. Bunların yanında birkaç akademisyen arkadaşın da önemli çalışmaları sürüyor. Ben de buraya geldiğimde onlarla beraber çalışmaya başladım. Aslında Covid-19 meselesi olmasaydı önümüzdeki dönem daha geniş çaplı işler yapmayı planlıyorduk. Kenti birçok boyutuyla gözlem altına alan derinlemesine bir kültürel kazı bizi bekliyordu. Mardin zaten Modern Kürt Edebiyatı açısından çok önemli bir durak ve inanılmaz bir üretim var. Bu arada kente iki yılda bir de olsa sanat açısından bir atmosfer oluşturan Mardin Bienali de önümüzdeki seneye ertelendi. Bunun yanında müzik ve sinemada da çok iyi çalışmalara rastlıyorum. Bu çalışmaların görünür etkilerini önümüzdeki dönemde ciddi bir şekilde göreceğimizi sanıyorum. İtiraf etmem gerekirse burada yaşadığım süreçte sanatla alakalı bu kadar çok insan göreceğimi ve tanıyacağımı tahmin etmiyordum. Hem bireysel hem kolektif düzeyde bir çok oluşum var. Beni heyecanlandıran şeylerden birisi de çok iyi üretimler gerçekleştiren genç ressamlarla karşılaşmam. Sanatsal üretime sadece güncel sanat penceresinden bakmayan bir kuşak geliyor. Sanatın malzeme ile ilişkisini derinlemesine ele alan ve coğrafyayla beraber düşünen bir kuşak bu. İleriki zamanlarda bu yaklaşımın kendi özgün dilini üreteceğini tahmin ediyorum. Kültür-sanat dünyasının karşılaştığı sorunlara gelince; sanatçıların gerçek yaşamsal dertleri dışında bir sorun görmüyorum doğrusu. Çalışmak zorunda olan sanatçılar var, dışarı çıkması veya atölyesinde ders vermesi ve hayatını sürdürmesi gereken çok sayıda sanatçı var. Salgın öncesi eşitsiz olan pozisyonlar salgınla beraber iyice görünür olmaya başladı sanatçılar için de. Ama sanat dediğin şey bir duvar süsleme uğraşı değilse, duyumsal ve düşünsel bir pratikse, salgında ve sonrasında kendi imkânlarını zaten yaratacaktır. Pasif bir şekilde olan biteni izlemeyecektir.
- Kürtlerdeki sosyal ve siyasal dönüşümün çağdaş sanata etkileri hakkında ne düşünüyorsun? Bu süreç Kürt sanatçıların üretimlerine nasıl yansıdı?
Başta zihinsel bir dönüşümden bahsedebiliriz herhalde. Kürtler tarih içinde bir özne olabileceklerinin farkına vardılar son otuz kırk senede. Bu büyük zihinsel kırılmadır sanırım. Bu kırılmanın talep edeceği ilk şey özgürleşmedir doğal olarak. Özgürleşme talebi 19. yüzyılda da vardı ama bu derece kitleselleşmesi ve yaygınlaşması bu döneme rastlıyor. O dönemde çözülmesi gereken bir sorun çeşitli bastırma ve engelleme pratikleri ile bugüne taşınmış durumda ve çok daha çetrefil bir hal almış vaziyette. Neyse bu başka bir mesele. Ancak sanat mevzusunu konuşacaksak bu, birtakım kavramla beraber ele alınmak zorunda. Bunlar kabaca; küreselleşme, neoliberalizm, çokkültürlülük ve post ön ekli düşünce biçimlerinin varlığı ve iletişim-medya teknolojilerinde yaşanan büyük değişimlerdir. Kürtlerin son özgürlük hamlesi böyle kavramların egemen olduğu bir döneme rastlıyor. Dolayısıyla Kürt sanatçılarının çağdaş sanat pratikleri de böyle bir ortama görünür oluyor. Kürtlerin çağdaş sanat pratikleri konuşulacaksa içine doğulan bu ortamla beraber ele alınmak zorunda. Ancak, çok uzun irdelenmesi gereken bir çalışma alanı bu. Mevzu ile alakalı akademik çalışmalar belli düzeyde yapılıyor. Pratik sahada ise Kürtleri veya Kürt meselesini temsil babında çok çalışma yapıldı, yapılıyor. Siyasal ve sembolik şiddetin görünür yüzünü işleyen yığınla çalışma oldu. Halil Altındere’nin 1997’de 5. İstanbul Bienali’ne sunduğu ‘Kimlik’ çalışması bunun en tipik örneği olarak ele alınabilir. Bu çalışma Kürtlerin hem varlığını hem de maruz kaldıkları şiddetin iki yüzlü madalyonu gibi sembolize edilebilir. Sonraki süreçte de Kürtlerin özgürlük sorunu ve kimlik mücadelesi üzerine çok çalışma yapıldı/ yapılıyor. Bunu sadece Kürt sanatçıların yapmadığının altını çizelim. Enternasyonal duygularla Kürtlerin dertleriyle ortaklaşan sanatçılar var. Kısaca çağdaş Kürt sanatçıları sanat alanına “kimlik’’ meselesi üzerinden dahil oldular diyebiliriz ve zaman açısından en olağan durumdu bu. Sorun çözülmediği sürece de bunun çeşitli hallerini görmeye devam edeceğiz.
- Türkiyeli sanatçıların konuya yaklaşımı nasıl? Batıdaki sanatçılarla Kürdistan’daki sanatçıların karşılaşması nasıl gerçekleşiyor?
Sanatçıları bir coğrafya veya bir ulus-devlet kimliği ile değerlendirmenin sıkıntılarından birisi de bu. Türkiyeli sanatçılar dediğimiz zaman bundan kimi ve neyi kastettiğimizi net olarak belirlemek hem zor hem de gerekli mi bilmiyorum. Biraz daha net hale getirirsek soruyu şöyle sorabilir miyiz: Türkiye’de yaşayıp da Kürt olmayan sanatçıların mevzuya yaklaşımı ne? Bir önceki soruda çok kısa dile getirdim aslında. Kürt sorununa Kürt olmayan veya kendini bir etnik kimlikle etiketlemeyen sanatçıların yaklaşımları çeşitli düzeyde ele alınabilir. Benim açımdan en başta söylenmesi gereken şey, hangi mesele olursa olsun bir soruna ne tür bir ideolojik veya politik pencereden yaklaştığınız. Etnik kimlik veya ulusal kimlik, bir soruna yaklaşım biçimi olarak esas alınamaz. Vicdan veya empati yoluyla yaklaşımlar olabileceği gibi benim için esas olan ‘siyasal olarak tarihin hangi tarafında yer aldığınızla’ alakalıdır bu tür durumlar. Türkiye’de binlerce sanatçı var ve her birinin farklı ideolojik angajmanı var. Kişisel tespitim böyle bir sosyolojik yapının Kürt meselesine yeterince duyarlık geliştirmediği yönündedir. Ancak vicdani duyarlılığı yüksek veya meseleye tarihsel ve politik yönden bakabilen sanatçıların varlığı da bir gerçektir. Sayıları çok olmasa da Türkiye’nin resmi tarih anlatısı ile mücadele eden ve bunu sanatsal üretimine çeşitli düzeylerde dahil etmiş bir duruşa sahip saygın sanatçılar, kolektifler, sanat yazarları, eleştirmenler var.
Batıdaki sanatçılarla Kürt sanatçıların karşılaşmaları çeşitli platformlarda gerçekleşebiliyor. İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır, Mardin gibi şehirlerde sergiler, söyleşiler, workshoplar yapılabiliyor. Deneyimlerin paylaşılması ve aktarılması gerçekleşebiliyor. Tam da istenilen düzeyde mi bu buluşmalar, değil. Ama bir çabanın varlığı da inkâr edilemez.
- Kürt sanatçılardan kolektif bilinci yansıtan bir ses duyuyor muyuz? Kolektif bilinç var mı, yoksa oluşmadı mı? Soruyu şöyle sormak da mümkün: Kürt sanatçıların dayanışması nasıl olmalı?
Sanat en nihayetinde bireysel bir edimdir. Ama bu bireysellik kolektiflikten ayrı tutulamaz. Ortak bir bellek varsa ortak bir bilinç de vardır. Mesele bu bilincin nasıl işlediği ile alakalıdır. Tarihsel ve toplumsal bir meselenin sanat alanında dinamiklerini yaratması ise zaman isteyen bir şeydir. Kürtlerin bir çatı altında toplandıkları çağdaş sanat alanları yok mesela. Desteklendikleri bir kurum da… Ama kişisel çabalarla yürütülen dayanışma temelli ve ortak düşünme odaklı oluşumlar mevcut. Hiyerarşik olmayan kolektiflerin varlığı gittikçe görünür olmaya başlıyor. Son dönemde Mardin’de Flaneur İnisiyatifi, 13 Metrekare, Mişart Çağdaş Sanat Konuşmaları; Diyarbakır’da A4 Kolektifi ve Merkezkaç Kolektif’ten haberdarım. Eminim haberdar olmadığım başka oluşumlar da var. Özellikle Merkezkaç Kolektif ve Flaneur İnisiyatif’le biraz temas etme şansım oldu. Merkezkaç’ın kentin içine nüfuz etmeye çalışan, sanatsal mevzuları, mekânsal ve toplumsal olarak derinleştirmek isteyen bir yaklaşımı var. Dayanışma ve ortaklaşma arzuları çok yüksek görünüyor. Daha genç kuşaktan sanatçılarla üretime önem veriyorlar mesela. Aynı zamanda sanatsal bir dil geliştirme konusunda da yoğun bir çaba içinde olduklarını gördüm. Belli aralıklarla toplanıp sanatın çeşitli disiplinlerle bağları üzerine yatay bir düşünce biçimine yaslanmaları, tartışmaktan ve eleştirilmekten çekinmemeleri kolektiflik adına önemli bir kazanım.
Sanat alanında kolektiflik daha önce çok görünen bir şey değildi burada. Bana sorarsanız çoktan güçlü grupların ve inisiyatiflerin gelişmesi gerekirdi. Biraz geç kalınmış olsa da ben var olan enerjinin ileriki dönemdeki etkilerinin daha da artacağını düşünüyorum. Sadece belli merkezlere ulaştırılmak için üretilen bir sanat biçiminden çıkılması gerekiyordu. Çıkıldığını görmek umut verici bu bakımdan. Kendi etik çizgilerini oluşturan kolektiflerin çoğalması sanatsal üretimlerin derinleşmesine ve tartışılmasına büyük katkı sağlayacaktır.
- Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Loading ekibinden Erkan Özgen’in bir açıklaması oldu. Özgen, Loading’ten önce Diyarbakır’da ithal bir sanat olduğunu söyledi. Diyarbakır bölgede uzun zamandır sanat üreten bir kent. Sence bu açıklama kentin kültür-sanat alanındaki tarihselliğiyle bağdaşıyor mu?
İzledim ama Erkan o açıklamayı hangi bağlamda yaptı bilemiyorum tabii, enteresan bir açıklama. Devamında “Loading’den sonra kentin kendi dinamikleri ile sanat yapmaya başladığı’’ yönünde bir şeyler daha diyor. Belki kendisi daha iyi açıklar ne demek istediğini ancak bir anakronizma problemi olarak farklı alanlarda da sürekli önümüzde çıkan bir ruh hali bu. Tarihi kendinden başlatmak enteresan bir Ortadoğululuk egosudur. Cevabın enteresanlığı en başta şurada: Erkan’ın kendisi neredeyse yirmi yıldır Diyarbakır’da sanatsal üretim yapıyor. Bu yaptığı sanat ithal miydi? Ya da artık sanat mı ihraç ediyor Diyarbakır? Bence bunlar bu sorunu konuşmak için doğru terimler değil. 2017’de kurulmuş bir sanat merkezinden önce Diyarbakır’a sadece dışarıdan sanat geliyordu ve kent de bu dışarıdan taşınan sanatsal emitalar üzerinden sanatla ilişkileniyor idiyse eğer, bunu kastediyorsa Erkan, yine sorunlu bir yaklaşım olur. Yani Diyarbakır’daki sanatçıların 2017’den önce kendi dinamikleri ile bir sanat üretmedikleri ve sadece dışarıdan bir şeyleri taklit etme biçimiyse o zaman da koskocaman sanat tarihini nereye koyacağız. Birçok şeyde olduğu gibi sanat da coğrafyalar arası gidip gelen bir şey. Yere özgü sanatlar olarak ele alınan geleneksel, yöresel sanatlardan veya zanaatkârlıkta bile birbirinden etkilenmeler vardır. Ki söz konusu olan güncel/çağdaş sanatsa, bu sanatın bir coğrafyaya veya bir halka/kültüre mal edilmesi söz konusu olabilir mi? Dünyada bu manada ulusal bir sanat olduğunu hatırlamıyorum. İthallik meselesi için şunları da söyleyelim o zaman: İslamiyetten tut postmodernizme kadar hangi düşünce veya inanç bir transfer malzemesi değil ki? Hadi düşünce boyutunu bırakalım, sanatsal üretimin teknik boyutunu nereye koyacağız? Sanatçının özgün yorumuna yansıyan yaratımları dışında ne var ki ithal olmayan? Ya da teknik içerikten bağımsız mıdır? Pentür, video, fotoğraf, kamera, enstalasyon, performans; kamera, montaj programları, efektler, sergi salonu vs. vs. vs. Bunlardan hangisi ithal değil? Belki şunu hatırlatmak gerekir bu arkadaşlara, özgün ve kendi dinamikleri içinde bir sanat yaratabiliyorsan, ki bu hiç de kolay bir şey değildir, o zaman sanata yeni bir bakış veya bilemedin bir kavram kazandırmış olmalısın. Var mı öyle bir şey? Varsa da ben bilmiyorum en azından. Sanat dediğimiz şey birikimler, eksiltmeler ve arttırımlarla var olur. Bu arkadaşlar bunu bilecek kadar sanatın içindeler. Hadi çok önemi olmasa da bildiğim kadarı ile Loading tamamen dışarıdan (ithal) destek ve fonlarla işlerini yürütüyor. İronik olacak ama Loading isminin kendisi de ithal bir isim değil mi ? Bunda bir mahzur yok bence ama eğer ithal bir sanattan bahsedeceksek bütün bunları nereye koymak gerek? Dünyada işler böyle yürüyor çünkü. Kalkıp da bunun üzerine Loading ithal bir sanat kurumudur sonucuna mı varmalıyız? Misal geçen yılın sonunda gerçekleştirdikleri Çağdaş/Güncel Sanat Sempozyumu’na davet ettikleri katılımcıların tamamı ‘dışarıdan’ gelmiş konuklardı. Katılımcılar birbirinden kıymetli katılımcılardı, o başka. Peki, nedir o zaman ithal? Üretemediğin bir şeyi bedel karşılığı başka bir yerden elde etmektir en kaba tabiri ile. Loading’den önce hangi bedel karşılığı nasıl bir üretim vardı acaba? Gibi sürüyle soru ile karşılaşır bu tür açıklamalar haklı olarak. Neyse, tarihi böyle işaretlemek, bir milat koymaya çalışmak; bir birikimin, yoğunluğun varlığını görmemek; biraz hegemonya kurma arzusuyla alakalıdır. Oysa ki Loading’den önce Erkan da dahil birçok sanatçının çok iyi çalışmaları mevcuttu. Sadece geriye doğru biraz bir şeyleri karıştırmak bile bu gerçeği görmeye yeter.
- Postkolonyalizm süreci çağdaş sanat üzerinden kendini nasıl görünür kıldı? Bu bağlamda çağdaş sanatın, Batılı olmayan sanatçılar için tarihsel olarak bir eşitleme imkânı sağlayıp sağlamadığı hakkında ne düşünüyorsun?
Postkolonyal eleştirilere gelmeden önce kolonyal pratiklere dair birkaç tespit yapmak yerinde olur sanırım. Çünkü kolonyalizm eleştirisi kör bir bakışla ele alınmakta bu ülkenin “aydınları’’ açısından. Bir kere kolonyal pratikleri sadece Batı üzerinden okumak veya Batı’nın kolonyal varlığı ve geçmişi üzerinden okumak bana sorunlu gelen bir yaklaşım biçimi gibi görünüyor. Kolonyalizm araştırmaları veya postkolonyalizm kritikleri Doğu üzerinden pek okunmak istenmez bu coğrafyada. Oysaki koca koca imparatorluklar sadece Batı’da vücut bulup her tarafı sömürgeleştirmedi. Ortadoğu’da, Asya’da ve Afrika’da da önemli sömürgeci pratikler mevcut. Bu sorun bugün emperyalizm okumaları açısından da aynı bakış açısıyla ele alınıyor. Kapitalizm kritiği yapmadan otomatikman anti-emperyalist muhalifliğe sarılan sığ bir sol akıl Türkiye’de. Yabancı baskısını kaldırmak anlamında anti-emperyalist hareketler, kurtuluş savaşları mevcut olsa da anti-sömürgeci veya anti-emperyalist tutumlar millilik veya dini milliyetçilik açısından okunamaz. Marksist görüşe sahip bir akıl elbette ulusal kurtuluş savaşlarını tereddütsüz kabul eder ancak kurtuluştan sonraki sürecin de emekçiler veya ezilenler lehine gelişip gelişmediğini gözetir. Oysa Ortadoğu’da veya Türkiye özelinde anti-sömürgecilik veya anti-emperyalizm direkt olarak anti-Amerikancı bir tutuma dönüşüp millilik ve dinsel refleksler üzerinden gelişiyor. Yani sömüren milli, yerli ve aynı inanç sistemine dahilse sömürü (her türlü sömürü; ekonomik, kültürel vs.) görünmez olur. Türkiye’deki sol ve muhafazakâr kesimin önemli bir kısmı bu ideolojik arka plana yaslanır ve anti-Amerikancılığı yereldeki sömürgeleştirme pratiklerinin önüne bir perde olarak çekip, değersizleştirir. Hatta bu alanda gelişen muhalefeti de “dış oyun’’ olarak kriminalize eder. Yıllar önce artist dergisinde yazdığım bir yazıda tam da bu duruma işaret etmek istemiştim. Neden anti-militer göstergeler sadece Amerikan askeri imgeleri üzerinden görselleştiriliyor? Militarizm ve müdahalecilik sadece Amerikan işi bir yapılanma mı?
Postkolonyalizm meselesine gelince, çok kabaca sömürge sonrası dönemin ve de kültürel olarak oryantalizm eleştirisi olarak kabul edilebilir. Bhabba, Spivak ve Said’in eleştirileri bize bu kavram üzerine düşünme imkânı yarattı. Yani küresel düzeyde Amerikan hegemonyasının ve yeni sömürgecilik düzeninin yerleştiği 60’lar sonrası dönemden bugüne gelen entelektüel, kültürel ve sosyal bir mefhum. Buna özellikle Sovyet sosyalist blokunun dağılmasından sonraki süreci dahil ederek düşünmek daha gerçekçi bir analiz olabilir. Doğu-Batı, merkez-çevre söyleminin kırıldığı bir dönem de diyebiliriz. Burada eski tabirle üçüncü dünyalı sanatçı için bir fırsat doğduğunu görmek gerekir. Avrupa’nın yeniden kimliklenme süreci bu dönemde önem kazandı. Sanatçıdan çok; kimliğin, tarihin, coğrafyanın öne çıktığı bir zaman bu. Batı tarihini biçimsel de olsa mercek altına alan ve oradaki şeytanın kovulması girişimleri olarak da okunabilir. Bugünlerde İngiltere ve Amerika’da kolonyal sembollerin saldırıya uğraması, yerleşik sömürge imgelerinin yerinden edilmek istenmesi belki de bu sürecin finali olarak okunabilir. Kanonik Batı sanat tarihi madunlara konuşma imkânı tanıdı gibi de algılanabilir bu süreç. Batı’nın ta Antik Yunan’dan gelen üstün erişilmez sanatı sömürgelerden gelen sanatla nasıl ortaklaşacaktı. Batı’nın klasik güzel sanat disiplinlerinden yoksun periferi bu açığı nasıl kapatacaktı? İste çağdaş sanat dediğimiz mefhum bu açığı kapatmanın stratejilerinden birisidir. Madunların, üçüncü dünyalıların el sanatlarını gösteremeyeceklerine göre ortada çağdaş sanattan daha büyülü ve işe yarar bir enstrüman bulunamazdı. Buradan Çağdaş sanatın naiflerin sanatı olduğu anlaşılmasın. Tersine kökü tarihsel avangartlara dayanan, burjuva sanat anlayışına itirazla yükselmiş bir sanatsal birikimden bahsediyoruz. Ancak postkolonyal dönemde uzaktaki başka, çağdaş sanat üzerinden kendine bir yer edinme imkânı yakaladı. Eşitlik söz konusu edilecekse böyle bir zemindeki eşitlikten bahsedilebilir. Oyunu kuranın sınırları dahilinde bir eşitlik…
- Geçen Şener Özmen Popkurd’un Instagramdaki yayınında bölge illerinde yaşayan sanatçıların genellikle Kemalist olduğu yönünde bir açıklama yaptı. Sen bu konuda ne düşünüyorsun, aynı düşüncede misin?
Bu, üzerinde uzun uzun durulması gereken bir soru. Ancak ben yine de kısaca ne anladığımı söyleyeyim. O yayını hatırlıyorum ama tamamını izlemedim. İzlediğim yere kadar öyle bir sözle karşılaşmadım. Ancak Şener Özmen’in başka mecralarda da buna benzer açıklamalarını biliyorum. Şuradan başlayalım: Kürtlüğü veya Kürt meselesini sanatının malzemesi yapan birçok sanatçı var. Bundan belli bir kariyer elde edenler de var. Kürt meselesine sadece plastik bir nesne olarak yaklaşan çok sanatçı da oldu. İki binler sonrası zaman buna çok uygundu. ‘Etnik kontenjan’ diye espriyle dolaşan bir mefhum vardı sanat alanında. Hatta şöyle söyleyeyim güncel/çağdaş sanatçı olmak için Kürt olmak, Diyarbakır veya Batman’da yaşayıp bir şeylerle uğraşmak yeterli bir kriter bile sayılabilirdi o dönemin magazin algısında. Tabii Kürt sanatçılarının, daha doğrusu Kürt kimliğini saklama gereği duymayan ve Kürtlerle ilgili sorunları işlerine konu edinen sanatçılara karşı ulusalcı-faşist bir direnç de mevcuttu. Şener’in kendisi de bu dirençle en çok karşılaşan sanatçılardandır. Lakin zamanın önünü kesmeye çalışan nafile çabalardı bunlar. Türkiye’nin o zamanki koşullarında ve güncel/çağdaş sanat içinde Kürtlere önemli bir alan yaratılmıştı. Ali Akay, Vasıf Kortun, Emre Zeytinoğlu gibi aktörler Kürt sanatçıları desteklediler, onlara gelen Kemalist, ulusalcı saldırıları dikkate almadılar ve saygın bir yere gelmelerine vesile oldular diyebilirim. Akademi alanında da bunun mücadelesini veren figürler vardı. Türkiye o dönemde bütün Kemalist muhafazakârlığa rağmen neoliberalizm trenine çoktan atlamıştı ve Kemalizmin söylemsel ve siyasal varlığı bunun karşısında duramazdı. Klasik ulus-devletçi söylemin irtifa kaybettiği, kimlik siyasetinin ve çokkültürcülüğün atak yaptığı yıllardı. Halil Altındere’nin 1997’deki bienalde sergilediği “kimlik’’ çalışması tam da dönemin resmini vermek açısından tipik bir çalışmadır. Ancak Kemalizm bitti mi, bitmedi. Sanat alanında Kemalizmi rehber edinen birçok sanatçı veya sanat piyasasından insanların varlığı bir gerçek. Bu da bir realitedir ve neden böyle olduğu başka bir tartışma konusudur. Güncel-çağdaş sanat ayrımı da bu gerilimden doğmuştur ayrıca. Çağdaşlık kavramı Kemalizmin modernleşme hamlesini asimile ettiği kritik bir kavramdı. Çağdaş sanat dediğimiz zaman akla direkt Kemalist “muasırlaşma’’ mefhumu geliyordu. Dolayısıyla o dönem Vasıf Kortun’un formülleştirmesiyle İngilizcesi “Contemporary’’ olan çağdaş sözcüğünün yerini “Güncel’’ sözcüğü aldı. Şener’in söylediğine gelirsek eğer Kemalizm gibi karşıt ve soyut bir kavram üzerinden Kürt sanat sosyolojisini analiz etmeye çalışmak bana biraz meşakkatli görünüyor. Çok değişkenli bir alan üzerinde değerlendirmede bulunurken olayın sadece bir tarafını işaret etmek doğru bir değerlendirme adına eksik kalır. Denklemi tersten kuralım o zaman. Kürt sanatçılar Kemalist olmak zorunda kaldıkları bir sistem içindeler ve bunu reddetmek veya kabullenmek gibi bir ikilemle karşı karşıyalar. Reddetmek ve çok daha zorlu bir sanat serüvenine dahil olmak; kabul etmek ve daha sorunsuz bir yoldan ilerlemek. Şimdi soru şu: Eğer Kemalist bir hegemonya varsa ve bunun dışında hareket etmek hengâmeli bir yolsa nasıl oluyor da bu sistemin içinden önemli bir kariyer elde etmek mümkün oluyor? Mesela Şener’in önemli bir kariyeri var ve prestijli bir galeri ile çalışabiliyor. Ya da Kemalistliğini gizlemeyen koleksiyoner veya kurumlara iş satmıyor veya göstermiyor mu? Şener’e Kemalist mi dememiz gerekiyor bu durumda? Bu önemli kariyeri Kemalist olmasına mı bağlamalıyız, gibi tuhaf bir sonuca varırız ki Şener’in Kemalist olmadığını bilmeyen yoktur herhalde. Demek ki birçok alanda olduğu gibi sanat alanında da tek bir bakış açısına göre analiz yapmak ve insanları öyle kolaycı bir tavırla etiketlemek sağlıklı değil. Şu realiteyi unutmamak gerekir sanırım, Türkiye’de herhangi bir alanda iş yapmak üzerine yola çıktıysanız devletin güncel hassasiyetlerini veya ideolojik tahammül sınırlarını gözetmeden yol almanız pek kolay değil. Bu sebeple mücadele edersiniz ve bu riskleri gözetip var olmaya çalışırsınız. Dolayısıyla Kemalizmin ülkülerine gönülden veya şeklen bağlı sanatçılar, galericiler, kurumlar, küratörler, akademisyenler, yazarlar vs. vardır. İsterseniz onlarla çalışırsınız istemezseniz çalışmazsınız, kendi alternatif yollarınızı yaratmaya çalışırsınız. Kısacası benim gözlemim: Sanat alanında var olmak için Kemalist olmak gerekmediğini ispatlayan çok sayıda Kürt, Türk sanatçının mevcudiyetidir.
- Ne tür bir etki yaratılacağını belirlerken, nelerin görülmesi ve tartışılması gerektiğine karar verirken, piyasanın zorlayıcı etkilerine maruz kalmakla kendi seçimlerinde ısrar etmek arasında ince bir çizgi olduğunu biliyoruz. Küratörün sanat piyasası içindeki duruşunun nasıl olması gerektiğine inanıyorsun, sence nasıl bir pozisyon almalı ya da alabilir?
Küratörlük Türkiye’de sempatiyle bakılan bir alan değil ama nedense gittikçe etkisi büyüyen bir alan. Küratörsüz bir sanat ortamı olamayacakmış gibi bir algı da var sanki. Oysa sanatın asıl aktörleri imge üreten, formlar yaratan sanatçılardır. O imgeler veya formlar üzerine düşünmemize ve duygulanmamıza sebep oluyorlar. Küratör, sanatçıyla sanat dünyasının bağlandığı diğer alanlar arasına sızan bir aktör. Sanat piyasası bazlı çalışan küratörler olduğu gibi sanat piyasasının dışında sanatın düşünce ve eylemsellik boyutunu dikkate alan küratörler de var. Ben, işe yarayacaksa, daha çok bu grup küratörün önemsenmesi gerektiğine inanıyorum. Küratör, sanat üreticisi olan sanatçının yanında mı ve sanattan yeni politikalar üretilmesi gibi dertleri var mı; yoksa koleksiyoneri veya marketingi kollayan bir yerde mi duruyor, ona bakmak gerek. Pozisyon meselesi biraz burada biçimleniyor.
- Türkiye’de sanat kritiğinin durumu hakkında ne düşünüyorsun? Sence bir karşılığı var mı yoksa işlevsiz mi?
Bir alan olarak ya da bir disiplin olarak Türkiye’de sanat kritiğinin bir ağırlığı yok maalesef. Bir sanat kritiği istendiğinden de emin değilim. Ancak Türkiye’de sanat kritiği yapan önemi şahsiyetler var. Bunu hem yaratıcı bir edim hem de bir söz üretme alanı olarak değerlendiren eleştirmenler mevcut. Kurumsal eleştiri ise katiyen istenilen bir şey değil. Suya sabuna dokunmayan sanat yazıları eleştiri olarak kabul edilemez. Eleştiriyi yoğunlaştırdığınız zaman alan dışına itilmeniz ve yok sayılmanız pek mümkün ama buna rağmen sözünü esirgemeyen eleştirmenlerin varlığı keyif veriyor. Ali Akay, Emre Zeytinoğlu, Ali Şimşek, Barış Acar, Meltem Tüzün, Çiğdem Zeytin, Zafer Aracagök, Ahmet Ergenç, O. Yiğit Özdemir, Hüseyin Gökçe, Selman Akıl ve şu an ismini hatırlamadığım bazı eleştirmenleri saymak gerek.