Ortadoğu denince bütün kadim halklara kucak açmış ve Sümer’den Babil’e kadar birçok medeniyetin beşiği olan coğrafyayı kastediyoruz. Her üç semavi dinin, antik birçok inanç ve felsefe akımının ortaya çıktığı yerdir. Dinmeyen tufan ve İbni Haldun’un tabiriyle kaderdir. Yarısı masal, diğer yarısı kandır. Altı zenginlik, üstü açlıktır.
İçindekiler aç, haricindekiler toktur. Ortadoğu iyilik ve kötülüktür, kan ve ölümdür, onur ve muhannettir, cennet ve cehennemdir. Ortadoğu tamamıyla din, erkek ve savaştır! Onun için hiç dinmeyen kavga, bitmeyen erkek şiddeti ve Tanrılar adına sahnelenen “kutsal savaşların” arenasıdır. Asırlardan beri haricilerin aklını çelen yeraltı zenginliklerinin hazinesidir. Ortadoğu dendiğinde ilk akla gelen ve sorunların doğrudan odağı, çekirdek devletlerin toplamıdır. İstisnai olan Türk boylar haricinde, bu çekirdek olguya dâhil olan bütün diğer devletler coğrafyanın yerli halklarının devamcılarıdır. Kuruluşlarından bugüne kadar istikrar sağlamayan bu ulus devletlerin sayısı yirmiyi aşkındır, İran’ın doğu hattında kalanları dâhil etmezsek.
İsrail, İran ve Türkiye’nin dışında hepsi Arap ulus devletleridir. Her Arap devleti, ırki olmakla birlikte yerel güç dengelerinin özelliklerine göre dizayn edilmiştir. Ortadoğu’nun hem yerel hem de küresel oyuncuları, başta İran olmak üzere Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır ve İsrail’dir. İran dışında kalan bütün devletler Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla hariciyen kurgulanmış uydu devletlerdir. Yerel ile evrensel arasında bocalayan, kabile ile devlet arasında kalan, demokrasiyle dikta arasında sıkışan ve “güçlünün” güçsüzü ezdiği tarihsiz ve geleneksiz devletlerdir. Osmanlı ardılı devletlerin meşkûk belleğine ve kurgusuna dair Bernard Lewis önemli tespitlerde bulunmuştur.
Bernard Lewis’e göre, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra bölgede İran, Türkiye ve kısmen de Mısır’ın dışında kalan yerlerin devlet deneyimi olmadığı gibi uzun süreli politik egemenlik deneyimleri de yoktu. Oralarda yaşayanlar, kimliklerini daha çok komünal ve hanedan sadakatleriyle birleştirmişlerdi. Yaşadıkları ülkeler imparatorluk eyaletleriydi, adları sık sık değişebiliyordu ve Mısır istisna olmak üzere hiçbirinin tarihi bir önemi ve hatta coğrafi kesinliği yoktu. Nitekim Ortadoğu’nun mevcut jeopolitik durumuna bakıldığında Lewis’in tespitinin ne kadar aşkın bir etkiye sahip olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla hem tarihsel birikimin noksanlığı hem de coğrafi kesinliğin olmayışının hala devam ettiğini görüyoruz. Bu tarihi belleksizlik hali nedeniyle savaş, devlerin mekânı haline gelmiştir. Bu hakikate yaslanmayan hiçbir ölçülü analiz ve siyasal yaklaşım Ortadoğu gerçeğine işaret edemez. Onun için Ortadoğu coğrafyasının şu anki kanlı durumunun nedenlerini bir önceki asrın tarihinde arama hakikati ortaya çıkıyor. Bu hakikatin önemli nedenlerinin başında yeraltı kaynakları, jeostratejik ve sosyokültürel öğeler gelmektedir.
Burada söz konusu sadece ulusçuluk, dini tahammülsüzlük veya buna bağlı olarak gelişen sıradan gerilim ve haset değildir. Zira tamamıyla aynı coğrafi tarihin devamcıları olan komşu ve kardeş halklar arasında yıkımın eşiğine varan savaşların yapıldığına tanıklık ediyoruz. Herkesin her an ve herkese karşı başvurabileceği bu savaş hali, Batı dünyasının tarihteki savaş deneyimlerinin geri dönüşünün anaforu gibidir.
Bu savaşların kıta Avrupa’nın tarihteki deneyimlerinin kurgusal özelliklerini taşıyor olması tesadüfi değildir, tarihidir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın şafağında kurulan tüm ulus devletler bu gayeyle kurulmuştur. Dolayısıyla Ortadoğu’da kurulan devletler ve iktidardaki aktörler, tarihi Anglosakson geleneğinde olduğu gibi, çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan iki kutsi kavram olmuştur. İmtiyazlı olan bu yarı kutsi devletin kurallarına uymayanlar, hem ulus-devletin hem de koruyucu babanın düşmanı olarak tanımlanmış ve ona göre muamele görmüştür. Onun için bir araya gelmeyecek olanlar bile taktiksel birliktelikler üzerinden önleyici önlemler almaya çalışmaktadırlar. Buna bağlı olarak başvurdukları bazı metotlar büyük felaketlere yol açmıştır. Buna rağmen Kürtler başta olmak üzere birçok kadim halk eski ezberleri bozacak kadar varlık mücadelesini vermiştir. Bugün Rojava’da görüldüğü üzere, halklar mücadelesi hem mevcut olguları hem de gelişecek olan dengeleri değiştirecek kadar bir güçe sahiptir. Onun için bu dinamik döngüyü fark eden her güç, döngünün dalgalarına bakarak konum almak zorunda kalacaktır.
Özellikle uluslararası güçlerin bölgeye olan aşkın ilgi ve hegemonya istençleri bunu anlamaya yol açacaktır. Onun için ABD’nin Irak ve Suriye’de bulunuşu, her iki ülkenin mevcut durumunu aşan hedeflere bağlı projeler olarak okunmalıdır. Bütün dünya bunu idrak etse bile, Ortadoğu’daki ulus devlet canavarı bütünlüklü olan bu ilişkiyi anlamayacağı için, içinde bulunduğu badireyi de anlamayacaktır. Ancak eskinin rüyasıyla bugünün yorumları arasında keskin bir ayrım olduğunu fark etiklerinde, birçok şey için geç kalınmış olacaktır. Herkesin kaybedeceği modern bir savaşı başlatmak mantıksız, maddi ve manevi olarak külfeti ağır olsa da, olasılığı ne yazık ki kuvvetle muhtemeldir. Bugün Suriye’de uyanan ulus devlet canavarı, bölgedeki diğer canavarların sadece cüce bir temsilidir…