Özellikle son yüzyıldır Ortadoğu’da dinci ve etnik merkezli şiddet sarmalı hiç eksik olmadı. Diyebiliriz ki bu yüzyılda Ortadoğu’da milliyetçi, baskıcı, tekçi, dinci ulus – devletçi uygulamalarıyla var olmayan bir tek devlet yok gibidir. Nemrudi zihniyetlerin “zigguratlarında” imal edilen ve tekçilikte direten ulus devlet tanrısı kendisine rızalık göstermeyen bütün toplulukları “toplum kırımdan” geçirmiş ve çarmıha germiştir.
Yaşanan süreçte uluslararası güçler bölgeye yeni bir dizayn verme uğraşındalar. Her devlet gücü oranında bu yeni yapılandırmada kendisini masada görmek ister. Savaşa ortak olarak diplomasi masasında yer almak ister. “Harmanda sözümün olması için tarlada izim olsun” demektedirler. Rojava’ya, Filistin’e yönelik harekatın en büyük nedenlerinden biri de bu gerçekliktir.
Merkezi uygarlık güçleri çoklu araç ve yöntemlerle 1990’ların başından itibaren Yeni Dünya Düzeni projesi ile Ortadoğu’ya yöneldiler. Başta petrol olmak üzere çeşitli zenginlik kaynakları jeostratejik konumu ile merkezi uygarlığın iştahını kabartmıştı. Skyes – Picot anlaşması ile bölge İngiltere ile Fransa arasında birçok devlete bölündü, sınırlar adeta masa başında cetvelle çizilmişti. Reel sosyalizmin sistem olarak devreden çıkmasından sonra bu bölgeden paylaşıma başladılar. Önceleri Yeni Dünya Düzeni (YDD), daha sonra Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), arkasında ise Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) ile bölgenin yeniden dizayn edilmesi projelerine başlanıldı.
1990 yıllarında başlayarak siyasal İslamcılığın ılımlı versiyonu üzerinden bölgeye yeni bir düzen verilmeye başlanıldı. Bu projenin adı Büyük Ortadoğu Projesi oldu. Bu proje için bir ülke, bir din ve mezhep ve bir lider lazımdı. Önce İran üzerinde duruldu. İran’ın bölgedeki birçok Müslüman ülke ile sorumlu olması ayrıca Şii olması, radikal olması büyük bir sorundu, tercih edilmedi. Mısır ve Arabistan düşünüldü, benzer çoklu faktörlerden dolayı bu ülkelerle sermayenin güvenli alanlara ulaşamayacağı kanaatine varıldı. Türkiye inanç olarak da coğrafi konum olarak da siyasi olarak da buna müsaitti. Türkiye bu projenin eş başkanı oldu. Bu proje ile bölge ABD tarafından köklü bir şekilde sömürüye açık hale gelecekti.
ABD Birinci Dünya Savaşı’nda bölge ile ilgili projelerini bir bir gerçekleştiriyordu. Bu manada küresel nahak anlayışların ana üstleri hakikat ve özgürlük arayışının çok güçlü olduğu Ortadoğu coğrafyası oldu. Beşbin yıldır Nil, Dicle, Fırat ve Pencav vadilerinde yaşam alanı bulan, gelişen merkezi uygarlık alanları günümüzde yaşanan kaos ve krizin merkez üsleri haline geldiler. Mevcut küresel sistemin, nahak zihniyetin krizi merkezi uygarlığın merkezi olan coğrafyalarda kendisini göstermektedir. Doğaldır ki insanlığın Rıza şehrinde yaşam özlemleri bu coğrafyalarda filiz verecektir. Çünkü hakikat kaybedilen yerde aranır; aksi bir düşünce farklı bir mekanda kurtuluş aramak Hak Yol Alevi inancının fam û gümanına ters düşmektedir.
Üçüncü Dünya Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan nizamın yeni koşullarda uygulanması manasına gelir. Yeni düzenin temel amaçları şöyle sıralanabilir:
Birincisi, bölgedeki tekçi zihniyeti merkez alan, birey, toplum ve doğaya hükümran olmak isteyen ulus devletler Nemrudî zihniyetlerini, pratiklerini; hakikat ve özgürlük mücadelesi veren güçlerin rıza toplumu arayışını engellemek veya amaçlarına uygun terbiye etmek isterler. Bir dönemler sermaye arasında en güvenilir limanlar olan ulus – devletler hükümran olmak isteyenler için artık güvenlikli limanlar değildi.
İngiliz – Fransız ortaklığı sonucunda Skyes- Picot Anlaşması ile şekillenen ulus devletler kumdan kale gibi birer birer hizaya getiriliyordu. ABD, Avrupa devletlerinin birçok sömürgesini hedef kitle olarak almıştı. Bu ülkeleri kendi pazarı haline getirmek için olmadık senaryolar hazırlıyordu. Bu senaryoların birer sonucu olarak IŞİD ve Boku Haram pratiklerini başlattı. Bölgede tekçi zihniyete dayalı devletler hedef alındı. Saddam’la başlayan bu süreç bazı farklılıklar olmasına rağmen Mısır da bu dizaynda nasibini aldı. Hemen sonrasında Beşer Esad yönetimi ve Suriye plana dahil edildi. Kısacası Birinci Dünya Savaşı sırasında masa başında kurulan ulus – devletler egemen güçlerin bölgedeki politikalarına karşı engel duruma gelmişlerdi. Ayrıca bu ülkelerdeki selefi anlayışlar da değişim ve dönüşüm önünde engel haline geldi. Türkiye, Suudi Arabistan, İran, Katar, Libya bu devletlerden bazılarıdır.
İkincisi, binlerce yıldır iktidara bulaşmadan bugüne kadar gelmiş dinselleşmemiş, ahlaki politik yaşayan tüm aşirlere, halklara, farklı İnançlara, mezheplere, komlara, mazlumlara, mağdurlara, etnik yapılara, rıza toplumu süreklerine yeni bir dizayn verme uğraşları temel amaçlarıdır. Bölgede devlete rağmen varlığını devam ettiren, ahlaki ve politik yaşayan, belki de bölgenin gelecekteki kaderini belirleyen, hakikat ve özgürlük arayışına devam eden bu güçlerdir. Bu güçleri tepeden reddetmekten ziyade bu güçlerle daha esnek ve inkara dayanamayan bir ilişki içinde olmaya çalışmaları kendilerinin de çıkarınadır. Aralarındaki çelişki ve çatışmayı minimuma indirmek bölgedeki çıkarları için uygun görülmektedir. Kapitalist modernist güçler tarafından son ikiyüz yıldır parçalanan bölgenin toplumsal hakikatidir. Ancak ve ancak bölgenin komün güçleri tarafından ahlaki ve politik bir yaşam, rıza şehri, inşa edilebilir. Bu hakikat kendisini dualizm üzerine kurmayacaktır; bu hakikat evrendeki tüm varlıklarla ikrar ve rızalık esası üzerine ilişkilenecek. Bu ilişki tarzı Holistik ve Simbiyotik ilişki tarzıdır.
Ortadoğu ve Türkiye’de milliyetçi, dinci tekçi, erkek egemen zihniyetin kendisini sürekli yenilemesi ulus – devlet anlayışının bir sonucudur; bu zihniyetten bağımsız değildir. Bu zihniyetle yoğrulan devletlerde tekçi zihniyet kendisini devamlı yeniler ve zulmat deryası hiç eksik olmaz. Bu tarz anlayış; toplumun hakikatini, toplumsal dinamiklerini darmadağın eder. Bir ulusu devlet eliyle yaratmak; geçmişi unutturmak, toplumu ideolojik ve zor aygıtları ile belleksiz ve tarihsiz bir duruma düşürmek, bu anlayışa karşı mücadele edenleri de toplum kırımdan geçirmek anlamına gelir.
Ortadoğu coğrafyası Nuh’un gemisinin Xızır aklıyla yeniden buluşacağı demleri yaşıyor. Zulmat deryasının zulmüne uğrayan bütün cümle can yeniden kendine yer bulacaktır, özüne dönecektir, özgür yaşam için delilî uyandıracaktır. Birbirlerine ikrar vererek Nuh’un gemisine binenler Rıza toplumunun, demokratik uygarlık toplumunun varlıklarıdır. Rıza toplumu özgür yaşamın, ahlaki politik toplum yaşamının sistemidir, hakikat ve özgürlük arayışında olanların komün gücüdür. Bu sistemde herkes birbirinin Xızır’ıdır. Hak Yol sistematiği nahak anlayış tarafından ne kadar zulme uğrarsa uğrasın, insanlığın kom olma erkanının kök hücresidir, tarihsel hafızadır, gelenektir. Zulmat deryasında yaşayan, insanlığa ezayı reva görenlerin de bir gün gelip sığınabilecekleri bir gemidir aynı zamanda.
Merkezi uygarlık güçlerinin krizi ve kaosu yapısal bir karakter taşımaktadır. Özellikle Ortadoğu’da, Kürt sorununda ve son olarak da Filistin katliamında kapitalist uygarlık güçlerinin sistem eksenli yapıları çökmüştür. Kaos ortamının etkileri, kapsama alanı, yaratacağı bunalımın etkilemeyeceği kesim kalmayacaktır. Yaşanan değişime insanlık adına, komün adına yön verecek güçler, özgür yaşam için delîli uyandıranlar rıza toplumu süreklerinin güçleri olacaktır. Artık eski kavramların anlamsızlaştığı bir döneme giriyoruz!