Bugün 1 Eylül. 1939 yılında Polonya’nın işgali ile başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın yıldönümü. Bu yıldönümünü “Dünya Barış Günü” diyerek sevinçli bir kutlama günü olarak karşılamıyoruz. Dünya savaşını mahkum etmek için kutluyoruz. Bu savaşta can veren asker ve sivil yaklaşık 85 milyon insanın hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz. Bu sayı dehşet vericidir. O günden bu yana geçen 85 yılın her yılına bir milyon ölü düşmekte.
Ölenlerin milliyetleri, dinleri, ideolojileri olmaz. Yaşayanlar ise ya haklıdır ya da haksız. Hitler haksızdı, Stalin haklıydı. Çörçil ve Ruzvelt 1941 yılına kadar Hitler gibi haksızdı. Çünkü hepsi savaşa dünya pazarlarında hakim olmak için katılan emperyalizmin temsilcileriydi. Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırdığı zaman savaşın emperyalist mahiyeti değişti. Anti-faşist karakter kazandı.
1 Eylül bayram günü olmadığına göre, bugün yapılacak konuşmalar ve yazılacak yazılar, sadece barışın faziletlerini sayıp dökmekle sınırlı olmamalı, içinden geçmekte olduğumuz “süreç içinde tırmanan” dünya savaşına karşı şiddetli bir protesto eylemine dönüşmeli, bu savaşın karakteri açık-seçik dile getirilmeli ve barış yanlısı güçlerin önünde duran görevler ele alınmalı.
Bugün yaşanan savaşın karakteri Birinci Dünya Savaşın’dan da, 1939-41 yılına kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan da farksızdır: Yaşadığımız savaş küresel ve bölgesel emperyalist savaştır. 1914-1918 savaşında “üçüncü güç” Bolşevikler ve Spartakistlerdi; İkinci savaşta ise Sovyetler Birliği ve komünistlerdi. Üçüncü Dünya Savaşı’nda ise “üçüncü güç”, dört parça Kürdistan’da Konfederal devrimin öncüsü Kürt Özgürlük Hareketi ve dünyanın her yerindeki Apocu güçler ve onların dostu devrimci sosyalistlerdir.
İlk iki savaşta “üçüncü güç” ne yaptıysa, bu savaşta da barış diyenin yapacağı, barış için yağmur duasına çıkmak değil, barışçı olan-olmayan bütün yöntemlerle bulunduğu ülkelerdeki savaş hükümetlerini alaşağı etmektir. Her kim “dışarıdaki emperyalizme” atıp tutuyor ve kendi emperyalistinin zaferi için “dua ediyorsa”, o, kimse benzetecek olursak, “barış ve devrim dininden çıkmış bir zındıktır.”
Bu “zındıklar”, İsrail’in Gazze’deki soykırımına ateş püskürmekte, Türk iktidarının Kürdistan’ı kana bulamasını alkışlamaktadırlar.
Bir de kendi “hayatlarını yaşayanlar” var.
Bu konuda söylenecek söz, şu anda Türkiye’nin hali, İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken romanındaki Fransa’ya benziyor olmasıdır. “Kendi hayatını yaşayan” Fransa 20 gün içinde Hitler ordularına teslim oldu. Şimdi soralım: Kendi hayatını yaşayan Türkiye’nin sonu ne olacak?
Kürdistan’ı saymazsak, küçük bir azınlık dışında muhalif insanlar da, muvafık insanlar da günlük hayatın hayı huyunda yuvarlanıp gitmekte. Cafeler, lokantalar, meyhaneler, barlar, pavyonlar az sonra beş parasız kalacak olanlarla lebaleb dolu. Parası çoktan suyunu çekenler ekran başında dizilere dalıp gitmekte. Tam Acun Ilıcalı’nın bilmem kaçıncı evliliği hakkında dedikodu yaparken, bir anda üç çocuğunu öldürüp sonra intihar eden baba hakkındaki haberle yıkılmakta. Ardından tuttuğu takımın attığı her golden sonra kendinden geçip moderni Rap, muhafazakarı göbek dansı yapmakta. Kimisi Erdoğan’ın atıp tutmalarıyla mest olmakta, kimisi zıvanadan çıkmakta. Ama tutuklanmamak için de ağzını sıkı tutmakta. Gözleri magazin, spor, borsa sayfalarında gittikçe ferlerini yitirmekte. Ama hiç biri kendi başlarında dolanan belanın farkında bile değil. Sodom-Gomore ya da Paris son günlerini yaşıyor gibi.
Üçüncü Dünya Savaşı’ndalar, ama mayışmışlar ve savaş umurlarında bile değil. Orhan Veli bir hayli maço ağızla bunlar için yazmıştı: “Ne atom bombası-Ne Londra Konferansı-Bir elinde cımbız-Bir elinde ayna-Umrunda mı dünya…” O dünya bir hayli değişti, şimdi ayna ve cımbız yalnız kadınların elinde değil, kaşlarının arasını alan maçolar da dünyayı umursamıyor. Türk dünyası kadın-erkek internet fenomenleriyle dolup taşıyor.
Halkın çoğunluğu böyle, ya devletin?
Geçtiğimiz gün Ahlat’ta çekilmiş bir fotoğraf yayınlandı. Ortada Erdoğan, yanında Bahçeli ve Hizbulkontra uzantısının yanında da iki Orgeneral. Kemalist “30 Ağustos’ta düşmanı denize döken kahraman ordumuzun hali ne olacak?” diye ağlaşıyor. Eskiden kışla mahfellerinde subaylar “ne olacak memleketin hali” diye sorup, darbe planları yapardı. Kemalist şaşkın ama, subaylar yine aynı subay. Gördüğümüz resimdeki Erdoğan ve onun müttefiki MHP, Hizbulkontra ve Ergenekoncu paşalar, Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni aşamasını planlamakta.
20 bin askerden oluşan zırhlı bir tümen şu anda Güney Kürdistan’ı işgalle meşgul. Genelkurmay Bağdat’ta Irak ordusuyla harekat merkezi kurmuş. Neler oluyor? ABD işgali altındaki Irak topraklarına Türk devleti davetsiz misafir olarak mı giriyor? Hayır! TSK tümeni orada davetli misafirdir. Ev sahibi ne KDP’dir, ne Irak devletidir, Amerika’dır. Henüz tümüyle kesinleşmese de, ABD Türkiye’ye “benimle ve İsrail’le birlikte İran’a saldırmayı kabul edersen, seni Misak-ı Milli emeline kavuştururum, Irak’ı himayene veririm” diye heveslendiriyor. Dincisi de laiki de bu Amerikan planının etrafında birleşiyor.
Hayatlarını yaşayanlar “aman ne iyi yaşasın Amerika” diyorlar ama, bu rüşvetin karşılığında İran’la cephe cepheye gelmenin ve hele savaşa tutuşmanın yaşadıkları kendi hayatlarını havaya uçuracağını zerre kadar düşünmüyorlar.
Şu hatırlatmayı da özellikle Erdoğanseverlere yapma günüdür: Vaktiyle Saddam’ı Humeyni’nin üstüne süren de Amerika’ydı, onu darağacına gönderen de. Irak-İran savaşı yaklaşık on yıl sürmüş, bir milyondan fazla insan ölmüş, her iki devletin ekonomisi çökmüş, ülkeleri harap olmuştu. Umursamazlar tayfası böyle bir savaşta aynasız ve cımbızsız kalacaklar. Abartmıyorum. Çünkü Türk devletinin Netanyahu defolup gittiği zaman savaş müttefiki olacak olan İsrail nükleer bir devlet. İran o gün geldiğinde şu ara eşiğine geldiği nükleer bombanın sahibi olacak. Hangi nükleer başlığın hangi devletin başında patlayacağını kimse tahmin edemez.
Eğer insanlara bu tehlike anlatılabilirse, onların telaşla soracakları soru şudur: “Yaklaşan tehlikeyi kim ve nasıl önleyebilir?”
Savaşın müsebbipleri elbette savaşı önlemeyecekler, her biri “zafer”, yani dünya pazarlarından pay koparana kadar savaşacaklardır. Erdoğan eliyle yıktığı ekonomiyi kurtarmak için Kerkük petrollerinin vanasını kapmadan savaş politikasına son vermeyecektir.
Savaşa, savaştan hiçbir çıkarı olmayan “devletsiz halk” son verebilir. Dört parça Kürdistan halkı ve onun toplam yüzbinleri bulan öz savunma güçleri ulusal birliklerini kurdukları gün, Türkiye, İran, Irak ve Suriye barış masasına oturmaya mecbur olur.
Bu biricik barış gücünün birliği nasıl sağlanır?
İmralı kapısı kırılarak sağlanır. Özgürlüğüne kavuşacak olan Öcalan bugün Barzaniciler tarafından bölünmüş halkı birleştirdiği gün, o gün hangi günse, ileride Dünya Barış Günü olarak ilan edilir.
O nedenle “barış” diyen “Öcalan’a özgürlük” demelidir.
1 Eylül günü de aynı nedenle Öcalan’a özgürlük için mücadele günü olarak kutlanmalıdır.
Barış artık ne “monşerlere” özgü diplomasinin, ne de burjuva parlamentarizminin meselesidir; insanlığın ve ekolojik yaşamın kurtuluşu için Konfederal devrim meselesidir.
Yine Orhan Veli’ye dönelim. Cıvık sulhperverler ve palavracı milliyetçiler için yazmış:
“Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük,
Kimimiz nutuk söyledik.”