HDP Van Milletvekili
Devlet denen aygıt ve yarattığı dil, gerçekleri kavramak için değil; onları değiştirmek, çarpıtmak ve üzerlerini örtmek için doğmuştur. Bundan ötürü bürokratik, soğuk ve şiddet doludur. Bu varlığı ve dili koruma, sürdürme ile mükellef her kurum, oluşum, hükümet; kelimelerini, cümlelerini ve hikâyesini daha en baştan bu örgütlü ahlaksızlık hali üzerine kurmak zorundadır. Ulus Devlet çağı, iddia edildiği üzere kültürel beşiğin üst noktası, toplumların özgürlük çağı değil; bir felaket çağı olarak toplumsallığın cendereye alındığı, birey gerçekliğinin lime lime edildiği ve kültürel soykırımın her yönü ile inşa edildiği bir güncel zaman dilimidir. Bu güncellik, yoğun bir duygu siyaseti ile savaş ve eşitsizlik üreterek, merkez dışında kalan herkesi denetime alma savaşımı vermeye tüm gücüyle devam ediyor.
Merkezi devlet zihniyeti tarih boyunca tahakkümden, disiplin ve denetlemeden, mikro iktidar ilişkilerinden, cinsiyetçilikten, dar grupçuluktan, teklikten, homojen tahayyülden ve kutuplaştırmadan beslenerek kendini var etti. Bu anlayışın reddi anlamına gelen ve uğrunda amansız bir varlık/yokluk savaşının verildiği demokratik, özgürlükçü, ekolojik tüm yerel değerler, sürekli baskıya ve sessizleştirilmeye maruz kaldı. Bu baskı bugün bildiğimiz tüm sınırları aşarak nekro-iktidar/siyaset (ölüm siyaseti) denilen bir boyuta geldi. Yani artık tüm toplum ve şehirler tüm yaratımları ile hedeftir! Gündelik yaşam militaristleştirilerek açık infazlar dönemine geçildi. Topluma sadece yaşam ve ölüm arasında seçme hakkı veren iktidarlar, bu kıyım siyasetini ölülere şiddet uygulama şeklinde en görünür sınırlara taşımaktan geri durmadılar. Bu pratiklerle de herkese ‘yaşayan ölü’ hatırlatmasında bulunuyorlar.
Suni bir uluslaşma süreci ile kurgulanan modern Türkiye tarihi, başta Kürtler olmak üzere tüm halklar, inançlar ve hakikatler açısından bir imha, inkâr ve asimilasyon tarihidir. 1921 Anayasa’sının ruhuna aykırı bir şekilde tekçi kabuğa çekilen, bastırma ve yok etmeye yönelen merkezi anlayış çok geçmeden hakim olmuştur. Herkese eşitlik, hürriyet ve kardeşlik sloganları ile Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarına adını kanla yazan İttihat Terakki ve onun üflediği ruh, halklar bahçesindeki tüm çeşitliliği kökten biçerek kardeşlik ve eşitlikten ne anladıklarını göstermişlerdir! Nihai kıyım/kıyamet finalini 1938 Dersim katliamı ile yapan bu olağan sadist rejim, 1950-80 arasında olgunluk çağı olarak Beyaz Türk faşizmine, 1977 yılında eklemlendiği ‘yeşil kuşak’ projesi ile 12 Eylül sonrası, İkinci Cumhuriyet de denilen sürecinin katalizörü olan Yeşil Türk faşizmine evirilerek devam etmiştir.
Devlet partisi
Sonraki sürecin adı, ifade edilen kısa kronolojinin bir sentezi olarak AKP gerçekliğidir! AKP, bugün demir attığı Neo-Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ideolojileri bağlamında yepyeni bir düşünsel tarz iddiası ile demokrasi ve siyasetin tasfiyesi ile meşgul durumda.
Haliyle AKP kendisinden önceki bütün devlet partilerinden daha fazla devlet partisidir, kendisinden önceki tüm hükümetlerden daha fazla kışkırtan, sosyal adaletsizlik üreten, yalan siyaseti güden, özel savaş yürüten bir hükümettir. Bundan dolayı ileri demokrasi diyerek çıktığı yolda, bir yıkım ve şiddet partisine dönüşmüştür. Kentleri, eğitimi, renkleri, çoğulculuğu, sağlığı, doğuştan gelen tüm hakları, bilimi, üniversiteleri, doğayı, belediyeleri ve en sonunda parlamentoyu yıkmıştır. Bunları yaparken diğer taraftan mağdur olduğunu, her şeyi özgürlük adına yaptığını ele geçirip tekleştirdiği yargı ve medya kanalları ile da sürekli topluma enforme etmekten geri kalmamıştır. Katı bir mazlumluk anlatısı içinde, dizginleyemediği bir hınç ve linç kültürü etrafında, koruyucu zırha Türklüğü, çekirdeğe de neo-liberalizme bulaşmış muhafazakâr- islami mühendisliği, banal milliyetçiliği yerleştirerek, bunların sömürüsü ile gelen tüm nimetlerinden faydalanmış ve faydalanmaya devam etmektedir. En amiyane tabirle, içine girdiği kültürel şizofreniden sıyrılamayan AKP, çareyi periferdeki tüm ötekilere, topyekûn yönelerek bulmaya çalışmaktadır.
Türkiye’deki en önemli siyasal çözümsüzlüğün başında gelen Kürt meselesine yaklaşım, “çözmeyen çözülür” gerçekliğini sürekli doğrulamaya devam ediyor. AKP’nin de bu sorun şahsında maskesi düşmüştür. Çözüm değil, çözümsüzlük ve çökertme siyasetini esas aldığı çok geçmeden anlaşılan AKP, Türk siyasal hayatının yeni hegemonik güç döneminde Kürt kimliğinin tasfiyesi için her şeyi yaptı. Kürt gerçekliğine gerek ontolojik yaklaşım gerekse de bilinç ve örgütlülük temelinde derin bir tasfiyeyi esas alarak tüm ülkeyi İmralı adası şahsında tecride çevirdi. Sergilediği pratikler, kültürel soykırımın sınırlarında şaşmaz ritüellerle dolaşmaya devam ediyor. Bunun en önemli uygulamalarından biri de başta Kürt illerinde hayata geçirilen ‘Kayyım Rejimi’ uygulamasıdır. Bu rejim, kendi içinde karakteristik olmakla beraber, üzerinde dikkatle durmaya değer bir olgudur.
Sömürgecilik pratiği
Hızlandırılmış modern bir sömürgecilik pratiği olarak yaşama ket vuran kayyım meselesi, dehşetengiz bir kötülük rejimin yeniden inşası ile kendini güncelleyen kötülüğün kalıntıları olarak karşımızda duruyor. Bu bağlamda ‘kendini nevrotik olarak gözeten’ devlet denen aygıtın, elbette bu aygıtın görünen maskesi AKP şahsında, iktidar hırsı için yapamayacağı vahşetin, içine girmeyeceği paranoyanın olmadığını da gösterdi bize. Olan bitenler, geçmiş yılların şiddet ile yüceltilmiş tekrarıdır.
28 Şubat günü Amed’te HDP tarafından açıklanan Kayyım raporu her yönü ile önemli ve üzerinde durulması gereken bir çalışmadır. Raporda da ifade edildiği üzere devlet, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan’daki belediyelere ‘hizmet’ çerçevesinde bakmamıştır. Tüm gücüyle bu belediyeleri ve onların şahsında tezahür eden tüm temsilleri devlete nasıl eklemlerim derdi ile yaklaşmıştır. O anlamda belediyeler, devlet için ideolojik bir meseledir! Kayyım atamaları söylendiği gibi gerekli bir ‘şey’ değil, son derece planlı ideolojik bir hamle olup ve basite indirgenemeyecek derecede hayatidir. Bu hamlenin amaçları, tarihsel arka planı, öncesi ve sonrası ile neyi kapsadığı, kamuoyu ile paylaşılan bu raporda genişçe işlenmiş durumda.
Deşifre oldu
Raporun ortaya çıkardığı en önemli şey, bu kayyım atamalarını Kürt kimliğine bir yaklaşım olduğunun açıkça deşifre olmuş olmasıdır. İkincisi ise Temmuz 2015 tarihi ile devreye sokulan savaş konsepti ile yapılanlar ve sonrasında yaratılan duygu ikliminden yola çıkarak; Kürtlerin söz ürettiği, kendini inşa ettiği, demokratik model yarattığı yerel yönetimler pratiğini gasp için hayata geçirildiğidir. Zaten açıklanan kayyım pratiklerine bakıldığında, tam da yukarıda genel bir çerçevesi çizilen tarih-hafıza-politikanın ulus devlet nezdinde tekabül ettiği düşünsel bağın, kurulu düzene kökten saldırısı ortaya çıkıyor… Bu saldırının hedefinde Kürtler ve kazanımları var. AKP kayyıma dair argümanını, kayyımların hizmet verdiğini, gasp edilen belediyelerin hizmet vermediğini iddia ederek meşrulaştırmaya çalıştı. Söz konusu hizmetin iki boyutu çok geçmeden şişeden çıktı: Yolsuzluk ve Türkleştirme… Kayyımlar söylendiği gibi hizmette değil, rantta yarışmıştır. Yine söylendiği gibi sıradan devlet memurları değil, asimilasyon ve hafıza kırımı konusunda seçilmiş özel kişilerdir… Rapor, bunu tüm çıplaklığıyla göstermeyi başarıyor. Kayyımlara sıradan yaklaşmamamız gerektiğini ortaya koyuyor.
Hesaplaşmak için
31 mart Raporda siyasal-sosyal-ekonomik ve daha pek çok alanda çok önemli veri ve olaylara ulaşmak mümkün. Kaydı tutulan ve tarihe not düşülen bu olay-olgular gelecekte de mutlaka işlenecektir. Bugün aleni önümüzde duran bu kötülüklerle hesaplaşmak için 31 Mart seçimleri var. Bu yaşamsal yıkımın, kültürel tahribatın, insancıl hoyratlığın cevabı mutlaka verilecektir. Çünkü her şey belleklerimizde canlı ve bu kötülük rejiminin yıktıklarını yeniden inşa edecek, gasp ettiklerini yeniden özgürleştirecek, lanetlediklerini yeniden savunacağız… Hem de tüm benliğimizle…