Özgür basının 30 yıllık çok şaşmaz bir deneyimi oluştu. Ne zaman Kürt gazetecilere yönelik böylesine kitlesel saldırılar olsa, arkasından mutlaka büyük bir katliam gerçekleştiriliyor. Biz 20 Aralık 2011’de gözaltına alındıktan 8 gün sonra 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski’de Kürt çocukları savaş uçaklarıyla bombalanarak katledildi
Kenan Kırkaya
Sabahın 5’inde kapımız çalındığında tarih 20 Aralık 2011’di. Çoğumuz yorgun argın evlerimize dönmüş, ertesi gün izleyeceğimiz haberlerin, yapacağımız programların hazırlığını yapmıştık. O sabahı asla unutmayacağım. Ankara’da puslu bir hava, keskin bir ayaz hakimdi. Evlerimize bir düzine polis, postallarıyla doluşmuş; suç aleti olarak kitaplarımız, haber materyallerimiz, kameralarımız, fotoğraf makinalarımıza el konulmuştu. Polis amiri “Gazetecisiniz, sizleri biliyoruz ama emir yukarıdan geldi, yapacak bir şey yok” diyerek operasyonun sorumlusu olmadıklarını anlatmaya çalışmıştı günah çıkarırcasına. İstanbul merkezli yapılan operasyonda aynı anda 44 Kürt gazeteci gözaltına alınmış ve değişik illerden İstanbul’a götürülmüştük.
Bir yandan açılımlar yapılıyor öte yandan Kürt siyasetçilere, aktivistlere, avukatlara, STK temsilcilerine ve gazetecilere ardı arkası kesilmeyen “KCK” operasyonları düzenleniyordu. Yüzlerce Kürt siyasetçinin tek sıra halinde kelepçelenmiş fotoğrafları basına servis edilerek “KCK yapılanmasının çökertildiği” propaganda ediliyordu. Biz henüz neden gözaltına alındığımızı bilmezken, Ahmet Altan’ın başında bulunduğu Taraf Gazetesi, cemaate yakın Zaman Gazetesi, Sabah Gazetesi ve iktidara yakın pek çok “basın kurumu” çarşaf çarşaf ne kadar “büyük suçlar” işlediğimizi, nasıl tehlikeli “teröristler” olduğumuzu servis ediyorlardı. Nazlı Ilıcak, Nagehan Alçı kanal kanal gezerek bu operasyonların Türkiye’yi nasıl özgürleştirdiğini anlatarak mesai harcıyorlardı. Sahada birlikte çalıştığımız kimi basın mensupları bize yönelik operasyonu meşrulaştıracak haberlere imza atıyor, yazılar kaleme alıyordu. İktidar yandaşları “bu operasyonları yaparak Kürt siyasetini vesayetten kurtardıklarını” pişkince anlatıp duruyorlardı. O dönem başbakanlık basın müşaviri olan Akif Beki, IFJ’nin Kürt gazetecilere yönelik saldırıları eleştirdiği objektif rapora ateş püskürüyor, “Türkiye’de gazetecilik faaliyetlerinden” dolayı kimsenin gözaltına alınıp tutuklanmadığına ilişkin Radikal gibi gazetelere yazı yetiştirme telaşına giriyordu. Dönem, İdris Naim Şahin’in “Şiirle, resimle, yazıyla teröristlik” yapıldığına ilişkin bu yüzyılda anlaşılması mümkün olmayan entelektüel teoriler ürettiği dönemdi.
Operasyon talimatını savcı Bilal Bayraktar vermişti, mahkeme başkanlığını Ali Alçık yapıyordu. Hazırlanan 800 sayfalık iddianamemizde suç delili olarak 600 sayfalık haberlerimiz yer alıyordu. Çocuklarımızın görüntüleri, özel yazışmalarımızın tamamı “terörist” olduğumuzun delili olarak iddianameye boca edilmişti. İktidar operasyon talimatını veriyor, cemaate bağlı yapılar gereğini yerine getiriyordu. Operasyoncular devlet içinde palazlanıyor, güçleniyor ve bu özgüvenle devletin asıl sahibi olduklarına kanaat getirerek sonrasında güç savaşına tutuşuyorlardı. Ortaklık bitip cemaat ile iktidar birbirine düştüğünde, bu operasyonda yer alanların tamamı “terörist” ilan edildi. Mahkeme Başkanı Ali Alçık bizi yargıladığı Silivri’nin müdavimi oldu, operasyonu yürüten polis amirleri, savcıların tamamı içeri tıkıldı. Biz alındığımızda “Terör Press” manşetleri atan gazetelere el konuldu ve bizi teröristlikle suçlamak için meslek ilkelerini ayaklar altına alan Cemaat medyası bizim için bir slogan olmaktan çıkıp var olma biçimine dönüşen “özgür basın susturulamaz” sloganlarını atmaya başladı. Akif Beki bugün Türkiye’deki yönetimin ne kadar kötü olduğunu, özgürlüklerin nasıl sınırlandırıldığını yazıyor Karar gazetesindeki köşesinde. Nagehan Alçı, Ekrem İmamoğlu ile verdiği pozların arkasına sığınarak aslında nasıl demokrat olduğuna insanları inandırmaya çalışırken, Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan bize karşı savundukları “devlet” sopasından fazlasıyla payını aldı.
Şimdi aynı senaryo bu kez AKP-MHP ortaklığı ile devrede. Kürtler şimdi de kimileyin o 10 yıl önce çökertildiği ileri sürülen “KCK” gerekçesiyle, kimileyin “Kobanî” operasyonları kapsamında grup grup evleri basılarak gözaltına alınıp tutuklanıyor. Dün Diyarbakır merkezli yapılan operasyonda 20 Kürt gazeteci gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında 20 Aralık 2011 tarihinde bizimle birlikte tutuklanan ve o tarihten beri asla meslek onurundan taviz vermeyen Ömer Çelik arkadaşımız, kadınların mücadele sesi olan JINNEWS muhabirleri, Kürtçe yayın yapan Xwebûn Gazetesi çalışanları, Mezopotamya Ajansı çalışanları da yer alıyor. Gözaltına alınıp tutuklananlar Kürt olunca en muhalif olanların bile sesi çıkmıyor. Ta ki bir gün sıra kendilerine gelinceye kadar. O zaman da vaveylayı kopardıklarında iş işten geçmiş oluyor.
Özgür basının 30 yıllık çok şaşmaz bir deneyimi oluştu. Ne zaman Kürt gazetecilere yönelik böylesine kitlesel saldırılar olsa, arkasından mutlaka büyük bir katliam gerçekleştiriliyor. Biz 20 Aralık 2011’de gözaltına alındıktan 8 gün sonra 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski’de Kürt çocukları savaş uçaklarıyla bombalanarak katledildi. Şimdi Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik saldırı hazırlığı yapılırken yine Kürt gazeteciler hedef alınıyor. Belli ki iktidar bu operasyonları seçim kampanyasının bir parçası olarak yürütüyor, bir yandan da daha ağır saldırılara hazırlanıyor. İstiyor ki daha büyük saldırılar gerçekleştirildiğinde bunu duyuracak kimse kalmasın, istiyor ki kimse sesini çıkaramasın. Ancak bu işin bir başka şaşmaz kuralı daha var: Kürtlere karşı operasyon yapanlar her dönem için devlet içinde palazlandıkça bir süre sonra kendilerine verilenle yetinmiyor. Operasyoncular iktidar mücadelesine girerek birbirine karşı operasyon düzenlemeye başlıyor. AKP ve MHP ortaklığında da palazlanan operasyoncuların birbirine operasyon çekeceğini hep birlikte göreceğiz.