Doğan Kılıçkaya
Dünya ve Türkiye gerçekliğince azımsanmayacak kadar çok çevre ve ekoloji hareketi var. Çünkü çevre ve ekoloji sorunu, dünyanın en temel yaşam sorunudur. Hiçbir ayrım gözetmeksizin, kendine insanım diyen herkesin buluştuğu ortak bir noktadır bu. Zenginden yoksuluna, kadınından erkeğine; etnik kimliklerinden inanç yapılarına kadar herkes, çevre ve ekoloji sorunu karşısında kendi geleceğinden kaygı ve kuşku duymaktadır.
Sanıyoruz insanlığın buluştuğu bu ortak nokta karşısında temel başka bir sorun daha var. Ona da aslında burada yaşananın zihniyet ve ahlak sorunu olduğunu söylersek abartmış olmayız. Yoksa bu kadar yoğun, insanlığı etkileyen bir sorun karşısında çözümde birleşememenin başka da izah edilebilecek vicdani cevabı olamaz. Çevre ve ekoloji sorununu üretenin bile kendi ürettiği şey karşısında bu kadar mustarip olup da çözümde buluşamamanın makul başka bir gerekçesi olamaz.
Dolayısıyla tüm bu oluşumlar esas olarak kendilerini “sistem karşıtı” olarak tarif etmektedirler. Hem sistemin kendisini yaşıyorlar hem de kendilerini sistem karşıtlığı üzerinden tarif ediyorlar. Soruna, zihniyet sorunu derken, tam da bu gerçeği söylemiş oluyoruz. Tamamen problemli olan yan burasıdır. Birleşememenin, birlikte hareket edememenin temel nirengi noktası bu oluyor. Sorun doğru tanımlandığında, çözümü de kendiliğinden tanımlanmış olacaktır. Ama bunu başarmak için de insanın, insansal özelliklerini doğru kullanması gerekiyor. Yani düşünen bir varlık olarak insan, her şeyden önce bir varlık olarak bu kimliğine, varlık gereğine uygun davranmayı bilmesi gerekiyor. Bunu yapmadığı veya yapamadığı zaman insanın toplumsallaşması ve toplumsal bir varlık olarak kendisini inşa etmesi mümkün değildir.
İslam dinine göre “Allah, tüm canlıları yarattı. Ama akıl vererek de insanı, tüm canlılardan farklı kıldı. Gelecek hedefi olarak hem cenneti hem de cehennemi gösterdi. Aklın rehberliğinde yürü dedi. Herhangi bir yol için “şuraya gider” diye göstermedi. Akıl kadar da güçlü bir nefs verdi. Aklına uyarsan şu kadar sevap, nefsine uyarsan bu kadar günah işlersin. Sevaplarınla cennete, günahlarınla da cehenneme gidersin” minvalinde bir toplumsal terbiye kuralı olarak anlatılır. Bu, İslam tasavvufunun bir hakikat yorumudur.
Hem kapitalist modernite sisteminden pay almak isteyeceksin hem de çevreci olacaksın. Bu bile hızla netleştirilmesi gereken en temel problemlerden birisidir. Ulaşılan nükleer düzeyiyle insanlığın artık bir arada yaşayamayacağı netleşmiş durumdadır. Nükleer enerji demek, kıyametin sonu demektir. İnsan soyunun içinden türemiş bir avuç açgözlü, yağmacı, talancı, gaspçı, hırsız ve sömürgen güçler her gün insanlığı nükleer enerjiyle tehdit ediyor. Bunu sadece kıyamet tellallığı olarak algılarsak büyük yanılgı yaşarız. Aslında bunun minyatür hali her gün yaşanıyor.
Kaz Dağları, dünya insanlığının gözleri önünde her gün bir parça daha yok oluyor. Hem de kıyameti artırmak için. Bir gram uranyum elde edebilmek için bir ton toprak yerinden sökülerek işlemden geçiriliyor ve işlemden geçirilen toprak yine Kaz Dağları’nın vadilerine koyuluyor. Böylece hem Kaz Dağları hem de Kaz Dağları’nın biyolojik çeşitliği yok edilmektedir. Çıkarılan uranyum ise işlenerek nükleer silah sanayinde kullanılmaktadır.
Son zamanlarda duymaya başladığımız “Taktik Nükleer Bomba” tüm bu aşamalardan geçerek Kürdistan coğrafyasında yaygın bir silah olarak kullanılmaktadır. Ukrayna-Rusya savaşına kadar dünya insanlığı böyle bir silahın varlını bile bilmiyordu. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı böyle bir silah kullandığı tartışılırken, Türk ordusundan emekli bir asker, uzun zamandır kendilerinin de bu “Taktik Nükleer Bomba” denilen silahı kullandıklarını itiraf etti. 6 Ağustos 1945 sabahı Hiroşima’ya düşen “Küçük Çocuk” ve 9 Ağustos 1945’de Nagazaki’ye düşen “Şişman Adam” lakaplı Atom Bombalarının yıkımı dünya çevre örgütlerinin ve ekoloji hareketlerinin gündemindeyken bu itiraf yapıldı. Ama ne hikmetse birden herkes “duymadım, görmedim, bilmiyorum” moduna giriverdi.
Bir yıldan beridir bir grup Kürt yurtseveri, OPCW’nin önünde Türk devletinin Kürdistan coğrafyasında kullandığı silahların incelenmesi için nöbet tutuyor. Devlet yetkilileri, “kullandık, kullanıyoruz” diye bangır bangır bağırıyor. OPCW, inceleyip sonuçlarını açıklasa, bu silahların hangi ülke tarafından üretildiği ve Türk ordusuna satıldığı bir bir açığa çıkmış olacak. Adı “Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü” olan OPCW, açık itiraf, somut belge ve kanıtlara rağmen “duymadım, görmedim, bilmiyorum” diyor. Biz de biliyoruz ki OPCW, “Kimyasal Silahlar Sözleşmesi”nde imzası olan bütün devletler adına kurulmuştur. Onun için sivil toplum yapılarını dikkate almıyor.
Hani çevre ve ekoloji hareketleri nerede?
Demek ki, “sistem karşıtı” olarak kendisini tanımlayan çevre ve ekoloji hareketlerinin ciddi anlamda bir ideolojik sorunları var. “Sistem modernitesine karşıt konum almadan, sistem dışında yeni bir sistem inşa edilebilir mi? Moderniteyi nasıl kavramaktadır, ikili karakterini tespit edebilmiş midir? Alternatif modernite kavrayışı var mıdır?” Bu soruları kendi kendisine sorması, onu ciddi anlamda bir zihniyet yapılanmasına götürür. Ama her şeyden önce de Kürdistan coğrafyasındaki doğa katliamını da görecek kadar vicdan devrimini gerçekleştirmesi gerekiyor.