Antonio Gramsci, 1921’de kurulan İtalyan Komünist Partisi’nin başkan yardımcısıydı. Yükselmekte olan faşizme karşı mücadelede Birleşik Cephe stratejisini partinin etkili biçimde hayata geçirmesini sağlıyordu. “Duçe” lakabını benimsemiş Benito Mussolini iktidara gelmişti ama Gramsci önderliğindeki birleşik cephenin muhalefeti karşısında faşist tek adam rejimini hayata geçirmekte zorlanıyordu. Sonunda, 1926’da yargıya gereken talimatı verebildi: “Bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız”. İtalyan parlamentosunda milletvekili olan Gramsci’nin dokunulmazlığı kaldırıldı ve hapsedildi. Ama o beynin çalışmasını durduramadılar. Gramsci’nin “Hapishane Defterleri”, Machievelli’den bu yana siyasetbilim literatürüne İtalya’dan yapılmış en önemli katkı oluşu nedeniyle dünya üniversitelerinde ders olarak okutuluyor. Mussolini ise yalnızca İtalya halklarının değil bütün dünya demokratik kamuoyunun nefret objesi olarak tarihte hakettiği yeri almış bulunuyor.
Ama Mussolini’nin yenilgisi, faşizmin dünya haritasından silindiği anlamına gelmiyormuş. Wilhelm Reich’ın psikanalitik bulgularına göre, bir “insani” yönelim ya da insan doğasına içkin iktidar iradesinin en saldırgan dışavurum biçimi olarak faşizm, ebeveyn ile çocuk, erkek ile kadın, patron ile işçi, yönetici ile yönetilen, egemen ulus ile ezilen ulus, yurttaş ile mülteci… kısacası güçlü ile güçsüz arasındaki her ilişkide varlığını korudu. Gündelik hayatta sıkça karşılaştığımız bu sıradan faşizm pratiklerinin birbirine eklemlenerek örgütlenişine, politik bir güç haline gelişine defalarca tanık olduk. Bir toplumsal politik yönelim olarak faşizm, fırsatını bulduğu anda zorbalıkla, darbeyle ya da seçimler yoluyla devlet aygıtını ele geçirerek toplumun bütününü kendi prensipleri doğrultusunda zorla dönüştürmeyi hedefler.
Faşizm, insanlığın uygarlık tarihi boyunca toplumsal hayatın siyasal organizasyonu açısından kat etmiş olduğu aşamaları bir zorbalık prensibi içinde yok saymasıyla meşhurdur. Toplum algısını insan bireyin temel hak ve özgürlükleri temelinde kurgulayan demokratik düşüncenin tersine faşizmin toplum algısı Devlet ile başlar. Mevzubahis olan her zaman Devletin varlığı ve bekasıdır; bireylerin hayatı, hakları ve özgürlükleri ise teferruat. Bu birbirine lehimlenmiş toplum ve devlet imgesinin menfaatlerini, yaygın kullanımı ile “milli menfaatleri” belirlemek ise kendini führer, duçe, milli şef vb. ilan etmiş mitolojik bir şahsiyetin işidir. Yasama, yürütme ve yargı olarak ayrışmış ve birbirlerini kontrol ve denge mekanizmaları ile gözeten temel güçler devre dışı bırakılarak devletin bütün kurumsal yapısı bu “seçilmiş” şahsın talimatlı altına alınır.
İşte Benito Mussolini, İtalyan mahkemelerine Gramsci’nin yirmi yıl hapsedilmesi talimatını bu “führerprinziple” çerçevesinde verebilmiştir. Çünkü “o beynin çalışması” milli menfaatler ve devletin bekası önünde bir engeldir.
Tarih, bir başka coğrafyada tekerrür ediyor. Türkiye’nin evrensel demokratik kriterlere göre zaten zayıf olan hukuki yapısı, bütün kurumlarıyla bir şahsa teslim olmuş durumda. Devletin imzacısı olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı kuralı resmen çiğneniyor. Kararın gerekçesini de, mahkeme heyeti değil bizzat o şahıs yazmış: “Onları bırakırsak…” diye başlayan bir cümle. Birçok şekilde tamamlanabilir. Mesela, “onları bırakırsak anti-faşist birleşik cepheyi parçalama planımız suya düşer”. Ya da “Onları bırakırsak Ceylan Önkol cinayeti dosyasını kapatamayız.” “Onları bırakırsak Türkiye’yi Ortadoğu’da içine sürüklediğimiz kıskaç ortaya çıkar”. “Onları bırakırsak bu boyutlarda yolsuzluğu bu kadar rahatlıkla yapamayız”. “Onları bırakırsak kayyumculuk yapamayız”. Liste uzayıp gider…
Ama onlarca varyasyonun toplamının özeti olarak “seçilmiş” şahsın çok iyi idrak etmiş olduğu bir temel gerçek üzerinden cümleyi yeniden kurarak noktalayalım: “Onu bırakırsan seni başkan yaptırmayacak.”