Kafamızı çevirdiğimiz her yerde enva-i çeşit seçim afişiyle karşılaşıyoruz. Hemen hepsi çeşitli sembollerle dile gelen vaatlerle dolu. Burjuva muhalefetin vaatleriyle mevcut iktidarınkiler arasında elbette farklılıklar var. Ancak ekonomik modeller bahsinde iktidarın bugün propaganda ettiği pek çok projeyle bir sürtünmelerinin olmadığı hatta birçoğunu sürdürecekleri açık. Özellikle savaş sanayisi bahsinde. Ayrım noktalarıysa iktidar-sermaye kesimleri arasındaki ilişkinin-dengenin kuruluşuyla ilgili. Muhalefetin vaatleri esas olarak temsil ettiği sermaye kesimlerinin çıkarlarıyla uyumlu ekonomik modellerin tercümesi gibi. 6’lı Masa’nın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu bunları daha önce açıklanan planla ya da sık sık yaptığı online yayınlarla paylaşıyor. Neoliberal birikim modelinin kriz öncesi “altın çağlarına” uygun vaatler bunlar. O köprülerin altından çok suyun aktığını bilmezden gelerek aynı şeyleri farklı cümlelerle yinelemekten ibaret.
AKP-MHP bloku ve şimdilerde yanlarına eklenmiş BBP, Hizbullah artığı HÜDAPAR, kadın düşmanlığında Taliban’la yarışan YRP toplam varlıklarıyla distopik bir geleceğin bugündeki izdüşümü gibiler. Bu blokun amiral gemisinde oturan AKP’nin afişleri bu distopik geleceğin de tercümesi aslında.
AKP’nin önceki dönemlerde kullandığı köprüler, duble yollar, bir turizm işletmesine benzeyen şehir hastaneleri, raylı sistemler… bu dönem de afişlerde kullanılan önemli semboller. Güç gösterisinin ifadesi olan bu semboller aynı zamanda bir dönemin ekonomik politikalarının da özetiydi. Betona dayalı rant ekonomisiydi bu. Kendi bünyesinde kısa zamanda hızla büyüyen bir müteahhit sermayesi ve o sermayenin eteklerinde öbeklenen orta katmanlar yaratmıştı. “Prestij” ya da “çılgın projeler” şeklinde tanımlanan sayısız proje hem iktidarın gücünün simgesi olarak sivriltilmiş hem de büyük bir arpalık işlevi görmüştü, görmeye de devam ediyor. Resmi rakamlara göre bile 50 bin 500 insanımızın katledildiği depremden sonra ortaya çıkan devasa pazar ya da raflarda kalmayacağı anlaşılan Kanal İstanbul gibi çok fazla anlamı bir arada ifade eden projeler bu alandaki hükmünü konuşturmaya devam edecek.
Ancak artık AKP’nin “yeni ekonomi planı” denilen büyük sömürü programı, ekonominin de militaristleşmesinde ifadesini buluyor. Afişlerde de söylemde de köprüler, duble yollar, hastaneler nispeten geri plana düşmüş durumda. Onların yerini “yerli ve milli” olduğu söylenen (!) elektrikli otomobil TOGG, “yerli ve milli” olduğu söylenen (!) savaş gemisi TCG Anadolu, 3 kez ertelendikten sonra geçtiğimiz gün fırlatılan İMECE uydusu aldı. İşçi ve emekçilerin açlıkla karşı karşıya oldukları, ciddi bir barınma krizinin kapıda beklediği, emek gücünün karşılığı olan ücretlerin pula döndüğü bu koşullarda iktidar güç gösterisini bunları öne çıkararak yapıyor. Bu gösterinin benziniyse ırkçı şoven söylemler. Kitlelerin açlığını-yoksulluğunu bu büyük güç gösterilerine eşlik eden şoven histeriyle sarhoşluğa dönüştürmeye çalışıyor.
“Soğanın kilosu kaç lira biliyor musunuz?” sorusunu da açlığın dillenmiş olduğu tüm yakarışları da “Biz TOGG diyoruz onlar soğan diyor” diyerek savuşturuyor temsilcileri. Tarihsel-toplumsal gericilik birikiminin derin köklerine duydukları güvenle yapıyorlar bunu. Keza bu kriz koşullarında kitlelere sunabilecekleri ekonomik kimi kırıntıların hayli “masraflı” olduğunu da biliyorlar. EYT düzenlemesi, en düşük emekli aylığının 7 bin 500 lira yapılacağının açıklanması, konut projeleri, kadro sözleri ve kimi başka irili ufaklı vaat ve “açılımlar” bile ciddi bir toplumsal tepkiyle gerçekleşti, ancak daha fazlası için oynayacakları alan gayet dar. Rızanın üretiminin bu biçimindense en iyi bildikleri biçimiyle gemiyi yüzdürmeye çalışıyorlar. Silahlanma gösterisine katık ettikleri ırkçı şoven kışkırtmaların tarihsel toplumsal gericilik birikimi içinde bir yer bulabileceğine imanla sözkonusu karşı propagandayı en bayağı biçimlerle sürdürüyorlar. Hatta içlerinden “Hz. Musa’nın kavmi de yoldan çıkınca soğan istemişti” demeye kadar vardırdı işi.
Fakat bu söylemler, bu düşmanlaştırıcı histerik dil seçimlere mahsus geçici bir durum değil. Esas olarak Türk tekelci burjuvazisinin çeşitli kesim ve katmanlarının dahil olduğu stratejik bir yönelim. İşin içinde Anadolu Grup da var, Koç’lar ya da yandaş diye tabir edilen sermaye kesimlerinin belli başlı isimleri de.
Dünyanın yeniden bölüşülmesinin sözkonusu olduğu, yeni bir dünya savaşı tehditlerinin alenileştiği bu olağanüstü dönemin ruhuna, mantığına uygun bir sermaye yatırım planı ve yönelimidir karşımızda duran. Şimdilik her birinin altı boş. Yerli ve milli denilen ama hemen tüm parçaları ithal edilen, dahası İtalya’dan Türkiye’ye getirilen TOGG örneğinde olduğu gibi. Fakat bu gerçek, silah sanayi ve militarist yönelimlere eşlik eden söylem ve yatırımların tekelci burjuvazinin şu ya da bu kesimi açısından stratejik bir yönelimi ifade ettiği anlamını değiştirmez.
Tarih tekerrür eder mi etmez mi tartışması çok eski ve sürekliği olan bir tartışmadır. Marx’ın “ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak” sözü bu bahiste sık sık zikredilir. Marx’ın asıl kastettiğinin farklı tarihsel kesitlerde aynı yolu izleyerek aynı sonuçları elde edeceğini düşünen “şahsiyetlerin” ne tür sonuçlara yol açacaklarıdır. Burada komedi olan sadece o “şahsiyetlerin” kendilerine vehmettikleri azamettir. Louis Bonaparte’ın kendisinden amcasının tekrarını yaratacağını sanması gibi. Bu vehmin hangi acımasız sonuçlara yol açtığıysa deneyimle sabittir.
Tam bu noktada insanın aklına Nazilerin tarihin hangi dinamikleri üzerinden boy verdikleri, o dinamiklerle bugünküler arasında Louis Bonaparte’ın yanılsamasından farklı olarak ne tür benzerlikler olduğu geliyor. O dönemin Almanya’sında ithalata dayalı silah sanayisinin şişirilmesine yönelik söylemlerle bugünkü “Biz TOGG diyoruz onlar soğandan bahsediyor” söylemleri arasındaki paralellikler. Hitler’in savaş sanayisinin başında oturan Goering’in sözleri geliyor. O da silah sanayisindeki gelişmelerle naralar atarak, “Ya tereyağı satın alacaktık ve o zaman özgürlüğümüzden vazgeçecektik ya da tercihimizi özgürlükten yana yapıp tereyağından vazgeçecektik” der. Arkasını Goebbels tamamlar, “Kemerlerimizi sıkalım bize bunda yarar var”!
Dönemler arasındaki paralellik ne çok değil mi. Bu paralelliğin dayandığı dinamikler de üç aşağı beş yukarı kesişiyor. Yani dünyanın bu olağanüstü dönemecinde burjuvazinin hiçbir hamlesi tesadüf, kişisel ya da dönemsel değil. Rejim-devlet tipleri ve bunların sandıkla değişip değişmeyeceğinde olduğu gibi…