Psikiyatr Erdoğan Özmen ile korona günlerinde toplum psikolojisini konuştuk. ‘Normalleşme’ söylemine yanıt veren ve ‘İnsanın haysiyetinin yok sayıldığı bu sermaye düzeni normal miydi ki?’ diyen Özmen’e göre salgın öncesi de ‘normal’ değildi
Emre Caka
Koronavirüs günlerimizin ikinci ayına yaklaşırken, insanlık tarihinin belki de en ‘iletişimsiz’ dönemlerini yaşıyoruz. Temaslı iletişimleri (Buna maalesef el şakaları da dahil) oldukça seven bir toplumun bu kadar evde ve ‘yalnız’ yaşamasının psikolojik etkenlerini ve süreci Psikiyatr Erdoğan Özmen ile konuştuk. Yaşanan süreci “Rezil bir sistem” olarak adlandıran Özmen ‘normalliğe’ dair ise, “Dolayısıyla bundan önce sahip olduğumuz şey zaten bir tür normallik değildi. Her birimizin zavallı birer tüketiciye indirgendiği, insanın haysiyetinin, hakkının hukukunun ve değerinin yok sayıldığı, haz ve eğlence odaklı bu sermaye ve para düzeni/kültürü normal miydi ki?” diyor.
- “Kapitalizm tökezledi” söylemlerini duyuyoruz ancak yaşam koşullarını da koruduğunu görebiliyoruz. Bunu yaparken de yine emekçilerin üzerine yük bindi. Bu salgın sonrası ‘normallerimiz’ nasıl seyredecek?
Olan biteni tökezleme olarak mı adlandırmalıyız emin değilim. Bir felaket sırasında en temel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan bile aciz bir sistem bu. En çaresiz olduğumuz anda, ihtiyacımız olan tedaviyi, solunum cihazını, maskeyi, vb. sağlayamayan rezil bir sistem. Hepimizi yüz üstü ve bir başına bırakıverdi. Bunun bir kaynak yetersizliği ya da imkansızlıkla ilgili olmadığını biliyoruz. Bu, korkunç bir adaletsizlik ve eşitsizlik üzerine kurulu olan kapitalizmin temel işleyiş mantığı ve öncelikleriyle ilgili bir mesele. Devamlı genişlemek ve büyümek zorunda olan ve bu canavarca itkiye teslim olmuş olması nedeniyle mütemadiyen ortak geleceğimizi, sahip olduğumuz tüm müşterekleri; havayı, suyu, toprağı, ormanı yağmalayan bir sistemin en nihayetinde varacağı korkunç noktanın sahnelenişine tanık oluyoruz. Dolayısıyla bundan önce sahip olduğumuz şey zaten bir tür normallik değildi. Her birimizin zavallı birer tüketiciye indirgendiği, insanın haysiyetinin, hakkının hukukunun ve değerinin yok sayıldığı, haz ve eğlence odaklı bu sermaye ve para düzeni/kültürü normal miydi ki? Demek bundan sonraki “normallerimizin” neler olacağından söz açmanın, bugüne kadarki sefil hayatlarımıza bir tür meşruiyet sağlama riskine karşı uyanık olmalıyız. Bundan sonra ne olacağımız, nasıl bir hayatımızın olacağı da tamamiyle bize bağlı. Bugün alacağımız kararlar, yapacağımız seçimler hiç olmadığı kadar önemli artık. Ya aynı biçimde devam edeceğiz, ya da kendimize daha güvenli, daha dengeli, daha mütevazi, daha adil ve eşitlikçi bir gelecek ve hayat oluşturmaya koyulacağız. Toplu mahvoluşumuza, türümüzün ve yeryüzünün tümden yıkımına sürüklenmek istemiyorsak buna mecburuz. İhtiyacımız olan kaynaklara sahibiz. Asıl mesele bunların nasıl kullanılacağı ve önceliklerimizin neler olacağı.
- Tüm dünya uzun süredir evde. Belki de insanlık tarihinin en önemli gereksinimini kaybettik: İletişim. Bu nasıl yansıyacaktır sokağa?
Evlerde oluşumuz, bize hem virüsün hem de iktidarların dayattığı zorunlu karantinayı belki de, asıl olarak bir iletişim kaybından filan ziyade şu çerçevede düşünmeliyiz bence. Bu belirsizlik ve daha önemlisi hepimizin fiziksel sağlığına yönelmiş tehdit, somut hayati tehlike karşısında içine düştüğümüz çaresizlik ve tek başınalık daha önemli etkilere sahip. Çünkü bedensel ve ruhsal sağlığımıza ya da bütünlüğümüze yönelmiş tehdit durumunda zaten çaresizizdir. O durumda söz konusu çaresizliğimizi ve yetersizliğimizi ortadan kaldıracak, derdimize derman olacak ötekiler ararız. Hem somut olarak öteki insanları hem de kurumsal ötekileri. Yani sağlık kurumlarını, hükümetleri, belediyeleri vb. Asıl yıkıcı travmatik etki bu evrede ortaya çıkar. Söz konusu ötekiler çağrımıza, talebimize yanıt vermediğinde, bizi yalnız bıraktığında. Tüm dünyada hepimizin yaşadığı biraz da budur bugün: Yalnız bırakıldığımızı hissediyoruz, ya da zaten düpedüz yalnız bırakıldık. Kendi başımızın çaresine bakmamız gerekiyor. Yine fabrikalara, inşaatlara gidip çalışmamız gerekiyor. Asıl zulüm ve ıstırap bu bence.
Ama diğer yandan da evlerde olmamızı, ve eski ilişkilerimiz, gündelik pratiklerimiz, etkinliklerimiz ve bağlarımızdan uzak halimizi, şimdiki bu izole durumumuzu bir avantaja çevirme şansımız var. Bugüne kadar sürdürdüğümüz ve tüm insanlığı bu noktaya getiren geçmiş “normal” hayatlarımız üzerine düşünme, sorgulama imkanı bulmaktan söz ediyorum. Haz, tüketim, hız ve eğlence odaklı kültür ve hayatlarımızı yeniden düşünmek ve yeni bir insanlık ve toplum fikri oluşturmaktan…
- Türkiye’de son dönemde ‘anksiyetem tuttu’ lafını özellikle gençlerde sık sık duyuyorduk. Bundan sonrası için bilinçsiz antidepresan kullanımı söz konusu olur mu?
Bundan sonra ruhsal rahatsızlıkların nasıl bir seyir izleyeceği, yaygınlığı hakkında konuşmak için henüz erken belki. Ama en azından belli rahatsızlıklarda (depresyon, anksiyete halleri, panik vb.) artış olabilir. Dolayısıyla antidepresan ilaç kullanımı artabilir.
- Günlerimizi hala evde geçiriyoruz ve kademeli bir sokağa çıkma yasağı düzenleniyor. Aklımıza nasıl mukayyet olacağız, bunun bir yöntemi var mı?
Aklımıza mukayyet olmanın bildiğimiz bir yolu yordamı yok. Kendimizi suçlamadan, kendimizi yormadan, yetersiz, başarısız vb. hissetmeden ne yaşıyorsak yaşamalıyız. Bu süreçte ve sonrasında hepimiz ruhsal olarak örselenmiş olacağız, bazı psikosomatik şikayetlerimiz olacak. Sıkılacağız, depresif hissedeceğiz, uyku, iştah düzenimizde bozulmalar olacak. Bunlara hazırlıklı olmalıyız. Ama daha önemlisi, bizi ruhsal olarak da daha emniyette ve güçlü hissettirecek olan şey bence şu: Hep birlikte dayanışma, işbirliği, eşitlik adalet ilkelerinin esas olacağı bir gelecek hayali kurmak. Sağlık, temiz hava, temiz su, yeşil ve temiz bir çevre gibi ortak hak ve taleplerimizi güçlü bir biçimde savunmak. Salgın sırasında ortaya çıkan dayanışma ve işbirliği ağlarını genişleterek sürdürmek.