12 Eylül Cuntası’na karşı tek direnenlerin Kürtler olduğu, Güney’in de bu direnişin sanatına önemli katkı yaptığının altını çizince, 12 Eylül’ün çocuklarının saldırıları daha da anlamlaşıyor. Şimdi Yılmaz Güney’e daha yakından bir kez daha bakalım…
Doğan Durgun
Jean Paul Sartre der ki: “İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.” Kimisinin tavrı renksiz olur. Kimisi susar, ezilir, büzülür. Kimisi isyan eder. Sanatçı ise, tavrını yaptığı sanatta gösterir. Baskıyı, zulmü, haksızlığı, sömürüyü en softundan en sertine kadar her dozajda sanatına konu edinir. Bu sertlik dozajını belirleyen, sanatçının kişiliği ve sanatı algılayış biçimine bağlıdır. Renksiz olanın, ezilen büzülenin, sessiz kalanın literatür içinde bir sanatçı kimliği olamaz. O ancak eğlence kültürünün hem objesi hem de nesnesidir. Ve ancak eğlence kültürünün tanımladığı şekliyle sanatçıdır. Yani popüler kültürün, zaman karşısında hemencecik çürüyen kısmını ifade eder.
Yılmaz Güney’e İslamcı faşistlerden ulusalcı faşistlere kadar geniş bir yelpazeden saldırı başlatılmış durumda. Bunun en temel nedeni de Sartre’nin yukarıdaki sözünde gizlidir. Çünkü Güney, çocukluğundan itibaren kendisine yapılanlara karşı sinmemiş, sanatında bunun cevabını vermiştir. Sanatçı kavramının içinin gitgide boşaltılması, Saray’a giden vasattan ibaret sayılması karşısında, Yılmaz Güney’in bir kült olarak varlığını sürdürüyor oluşu, egemenler için tehlikeli örnektir. Toplumsal sorunları sinemaya taşımayı düşünecek olanlara bir gözdağıdır. Nazi Almanya’sında olduğu gibi, bütün sanatçıların Alman Sanat Birliği’ne üye olmasının nasıl da sanatı resmi ideolojinin payandası yaptığını biliyorlar. Konser, sergi yasaklamaları ile işi oraya götürmek istiyorlar.
Yılmaz Güney’i kadına şiddet üzerinden vurmaya çalışanlar, günümüzde kadına şiddet konusunda suskunlar. İbrahim Tatlıses’den Ayhan Işık’a uzanan yelpazede yaşanmış olanları es geçiyorlar. Ki Yılmaz Güney süreç içinde, bu davranışlarını mahkûm etmiş biridir. Eğer salt bunun üzerinden bir tartışma olsaydı, vasat bir sinemacı, katil, lümpen gibi Güney’i yok sayan bir düzleme işi çekmezler, sinemasının hakkını teslim ederlerdi. Meselenin Yılmaz Güney’in Kürt ve sosyalist olmasından, yaşadığı her evrede bunu haykırmasından dolayı olduğunu biliyoruz. 12 Eylül Cuntası’na karşı tek direnenlerin Kürtler olduğu, Güney’in de bu direnişin sanatına önemli katkı yaptığının altını çizince, 12 Eylül’ün çocuklarının saldırıları daha da anlamlaşıyor. Şimdi Yılmaz Güney’e daha yakından bir kez daha bakalım…
1984’ün sıkıcı, boğucu Eylül’ünün ortalarına doğru, her zaman yaptığım gibi gazete almaya gitmiş, dönüşte de yine her zaman yaptığım gibi gazeteyi açarak yolda okumaya başlamıştım. İşin doğrusu, Yılmaz Güney cuntacılar tarafından belleğimizden silinmişti. Gazeteyi karıştırırken, içerideki bir sayfada minnacık bir haber gözüme ilişti: “Sinema oyuncusu Yılmaz Güney, firarda yaşadığı Paris’te yakalandığı mide kanserinden kurtulamayarak öldü” diye yazıyordu. Türkiye sinemasının gelmiş geçmiş en büyük isminin ölüm haberi bile ürkütüyordu cuntacıları. Çok iyi hatırlıyorum, haberde resim dahi kullanılmamıştı. Doğruydu, Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’te aramızdan ayrılmıştı. Bu yazı, aramızdan otuz dokuz yıl önce ayrılan Güney’in sinemasını anlatmayacak. O başka bir yazının konusu olsun.
Hayatı sürgünlerle, hapislerle, sinemayla, edebiyatla ve aşkla geçen bu büyük insan, geride unutulmayacak bir öykü bıraktı. Umut, Sürü, Arkadaş, Ağıt gibi şaheserler kazandırdı. Yol filmi ile cuntanın hâkim olduğu kurşuni rengi beyaz perdeye taşıdı, Altın Palmiye Ödülü’nü kazandı. Son filmi Duvar ile bu ülkede yapılmayanı sürgünde yaparak, faşist cuntanın cezaevi gerçeğini suratımıza çarptı. Birçok roman yazdı, 1971’de yayınlanan Boynu Bükük Öldüler ile bir yıl sonra Orhan Kemal Roman ödülünü kazandı.
Urfa’dan Adana’ya göç eden çok fakir bir ailenin çocuğu olarak, sınıfını taa baştan belirledi. Sosyalizmi kuramsal olarak bilmediği bir zamanda, henüz on dokuz yaşındayken yazdığı ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Denklemleri’ öyküsü Yeni Ufuklar Dergisi’nde yayınlandığında, sürgün cezası ile ödüllendirilecekti. Güçlü gözlem ve sezgileri ile yerinin neresi olduğunu anlamıştı. Sosyalizm mücadelesinin peşinden tereddüt etmeden gitti. Kürt olduğunun hem altını çizdi, hem de yaptığı filmlerle sinemaya taşıdı. Sistemin zulmünden hiç korkmadı. Sıkıyönetimin olduğu bir İstanbul gecesinde (22 Mayıs 1971), kendisini arayan ve yardım isteyen yoldaşları Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Cihan Alptekin’i, yolların askerlerce işgal edildiği, onlarca arama noktasının bulunduğu bir güzergâhtan gidip aldı, evine götürüp sakladı. Cevahir’e özel bir sevgisi vardı Güney’in. Onun öldürüldüğünü duyduğunda çok büyük bir acı hissedecekti. Bu yardımının karşılığında da iki yıl hapis cezası alacaktı. Sürgünde yaşadığı Paris’te devrimcilerin yaptığı dayanışma gecelerine katıldı. Bunların birinde yaptığı konuşmada: “Arkadaşlar, dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz, bütün ömrümüzü gurbette geçirip, gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak, bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği, en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız, mutlaka kazanacağız. Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir” diyecek kadar devrime, halkların kardeşliğine inanmış bir insandı.
Yılmaz Güney, yaptığının hakkını vermek için tüm imkânları kullanmaktan kaçınmamış bir sinema emekçisidir. Cezaevindeyken çekmeyi düşündüğü Sürü filminin çekimlerinden önce, Zeki Ökten’i Siirt’e gönderip, celeplerle görüşmesini istemiş, canlı hayvan fiyatlarının nasıl belirlendiğini bu yolla öğrenmiştir. Gittiği her yere insanlığını götürmüştür. Yattığı bütün cezaevlerinde, mahkûmlara ahlak ve erdemi öğretmeye çabalamıştır. Onlar arasında dayanışmayı sağlamıştır. Kumarı yasaklamış, komün şeklinde bölüşmeyi sağlamıştır.
Sinema hayatını, ne yapmak istediğini önceden kurgulamıştır. Ucuz avangart filmlerle seyirciye ulaşmayı hedeflemiş, bunu sağladıktan sonra da kazandıklarıyla inandığı sinemayı yapmıştır. Umut filminin galasında, dağıtımcıların salonu terk ettiğini gördüğünde, başına gelecekleri anlamış ama devrimci sinemadan vazgeçmemiştir. İtalyan Toplumsal Gerçekçi Sinema akımından etkilenmiş, kamerayı toplumsal gerçeğin üzerine çevirmiştir. Arkadaş’ta sınıf çelişkisinin ne kadar derin olduğunu anlatmış, eskiyi öldürüp yeniye yüzünü dönmüştür. Sürü’de feodalitenin çözülüşünü bütün gerçekliği ile sinemalaştırmıştır. Umut ise hiç kuşkusuz en büyük şaheseridir. Türkiye sinemasına birçok yönetmen kazandırmıştır. Yakışıklı erkeklerin, güzel kızların oynadığı ve masal dünyasında geçen, toplumu uyutan filmlerine karşı o Almanya’ya işçi olmak için gitmeye çalışan, diş muayenesinde çürüğü olduğu için gidemeyen, bunun yerine bir cinayeti üstlenmek zorunda kalan Baba’yı çekmiştir. Tarık Akan gibi salon filmlerinde oynayan bir aktörü, hakiki bir oyuncuya dönüştürmüştür. Tuncel Kurtiz’i ete kemiğe büründürtmüştür.
Yılmaz Güney bir aşk adamıydı. Halkına, toprağına, dağlarına âşıktı. Âşık olduğu kadınlar da oldu. İlkin Nebahat Çehre’yi sevdi. İkili büyük gelgitler yaşadı. O aşkta bazen çocuklaştılar, bazen isyankârlaştılar. Ortayı bulamadılar hiçbir zaman. Sonra bir burjuva kızına vuruldu. Fatoş Güney’di bu kadın. Çekti aldı onu dâhil olduğu sınıfın içinden. Yılmaz onunla duruldu, Fatoş onunla evrildi. Bir aşkın olabilecek bütün sınanmışlıklarını yaşadılar. Ölüm koparabildi Yılmaz’ı Fatoş’tan. Belki de yeryüzünün en güzel bakan iki insanından biriydi (diğeri Montgomery Clift-bana göre tabi-). Türkan Şoray, en büyük acısının Yılmaz ile bir film çekememiş olmasına yorar. O kadar güzel bakıyordu ki, sanırım ona âşık olurdum der.
İlk oynadığı film Lütfü Akad’ın yönettiği ‘Bu Vatanın Çocukları’dır. O yaşadığı toprağın çocuklarına inanıyor ve güveniyordu. Onu büyük yapan sanatçı kişiliği yanında, halkına dönük duruşudur. Ülkesinde vatandaşlıktan çıkarılan Güney için, Fransa hükümeti hastalığına verdiği önemden dolayı, özel bir ambulans uçağını hazır bekletmiştir. Yılmaz Güney’i lümpen, kadın ve çocuk döven diye lanse eden burjuvanın tetikçileri bunu anlayabilecek derinlikten yoksunlar. Onlar Recep İvedikleri, Vizonteleleri, Goraları, Hababam Üçbuçukçuları varsın sinema şaheserleri olarak bilsinler.