Nefessiz bırakıldık, örselendik, aşağılandık, aklımızla, acılarımızla, varlığımızla alay edildi. Şimdi koca bir ülkeyi toplu mezara dönüştürdüler. Ben yüzlerce binlerce kez bu coğrafyanın her yerinde öldürüldüm. Ölümüm sınırları aştı. Dersim Tertelesinde, Zilan Deresinde, Ağrı’nın zirvelerinde, Halepçe’de, Qamişlo’da, Mahabad’ta, Roboski’de, Ankara Gar’da, Suruç’ta, Kobanê’nin her bir karış toprağında, çeteler cennetine dönüştürülen Efrin’de… Hala ölüyorum. Yıllarca yaşadığımı şimdi öldüğümü, öldürüldüğümü kanıtlamaya çalışıyorum.
Bedenimizi ve sinir sistemimizi felç eden bizi nefessiz bırakan elma kokusu Saddam’dan beri hiç eksilmedi semalarımızda. Bak yine katar katar ölüyoruz sarin gazından, adını, ismini, cismini, hangi uğursuz akıl tarafından keşfedildiğini bilmediğimiz kimyasallardan. Dünya sessiz, vicdanlar kör, duyarlılıklar felç. Halepçe’de de böyleydi, sonra Roboski’de de…
Birileri için ölümümüz hep kaderdi, olmayan bir halkın öldürülmesinin kabullenişini yaşadık yıllar yılı. Sen de kabullendin bütün bu ölümleri be kardeşim; sana hikayeler anlatıldı, düşman olduğuma inandırıldın. O yüzden açlığını, yoksulluğunu, sana dayatılan eşitsizliği unutturdu çoğu zaman benim yaşadıklarım. Öyle bir zehirlediler ki bilinçleri kimi zaman sevindin içten içe, milliyetçi duyguların kabardı, kazandığına ilişkin 40 yıldır bitmeyen ezberlere kulak verdin. Belki de haksızlık yapıyorum sana, belki de çaresizdin benim yaşadıklarım karşısında, belki de bana yaşatılanlar üzerinden haline şükrettin, belki de benim gibi ölmemek için, adına yaşam denilen bu durumu kabullendin ve yapılan her şeyi sineye çektin.
Görüyor musun? Zulüm arşa ulaşınca, bu ülkenin semalarını kötülüğün karanlık bulutları kaplayınca çürüyor her şey. Ölüm ve onun üzerine kurulan kötülük bunca sıradanlaşınca fanusun içine hapsedildin. Başkasının sesini, isyanını, itirazını duymayanın sesi duyulmuyor maalesef. Bu bir toplum yasası, doğa kanununa dönüştü. Ne yazık ki ne acı ki sessiz sedasız ölümler çoğaldı. Sen de ölüyorsun be kardeşim; her gün iş cinayetlerinde, ekmek uğruna hapsedildiğin yerin derinliklerinde, Soma’da, Ermenek’te… onar onar, yüzer yüzer ölüyorsun. Birilerini zengin etmek, birilerinin itibarını yükseltmek için açlık ile ölüm arasında ikileme zorlanıyorsun. Ölümün, o kutsadığın mekanizmaların kayıtlarına, o mekanizmaların sözcülüğünü yapan kesimlerin literatürüne “kaza, kader, fıtrat” olarak geçiyor. Bu mekanizma ne varlığını önemsedi ne de şimdi yaşadıklarını, acını, açlığını, yoksulluğunu ve hatta ölümünü önemsiyor. Cinayet diyor arkandan ağlayanlar, seni sevenler ama o kutsal mekanizma “kader, kaza, fıtratta” ısrar ediyor, sevdiklerinin çığlıkları ise o fanus içinde sönümlenip gidiyor.
Artık yasası da var bu döngünün. Yeni yasa(k)da sesinin, söylediklerinin bir hükmü olmayacak, aksine efendilerin hoşuna gitmeyen her cümlen cezalandırılacak. Konuşamayacaksın, yazamayacaksın, yaşanan bunca ölümde hata, ihmal, kusur olduğunu söyleyemeyeceksin, sorumluları işaret edemeyeceksin! Daha dün Amasra’yı konuşunca Soma’dan bahsetmenin suç olduğunu söyledi Saray’ın küçük efendisi. Ölümün kader olmadığını haykıramayın diyorlar kısaca. İnsanların kazayla değil ihmalle öldürüldüğünü söyleyenler dezenformasyon yapmış sayılacak. Artık zıvanadan çıktı din iman adına hareket ettiğini ileri sürüp bütün bu değerleri siyasete, siyaseti de menfaate malzeme yapanlar. Yaradanın yarattıkları arasında ayrım yaptığını; sarayın, saltanatın, lüks ve şatafatın kendileri için; ölümün, açlık ve eşitsizliğin senin, benim, bizim için kader olduğunu, buna inanmamız gerektiğini aksine söylemenin dezenformasyon sayılacağını buyuruyor efendiler.
Çok değil, hak ve özgürlükte eşit olmayı istemiştik, oysa bizi ölümlerde, acılarda eşitledi, eşitlemeye çalışıyor bu düzen. Ne acılar, ne ölümler, ne yoksulluk yarıştırılabilinir… Birimizin daha az hak sahibi olması diğerimizin daha fazla özgürleştirmiyor. Dilimiz farklı, yaşamımız farklı, farklı coğrafyalarda ve tarihi gerçeklerde yaşadık, bugüne geldik. Ama aslında bugün yaşadıklarımızın yok birbirinden farkı. Bir birimizin özgürlüklerini çoğaltmadan, hak ve hukukunu gözetmeden kurtulamıyoruz bu tarihi lanetten. Peki zamanı gelmedi mi yeni baştan bütün ezberleri sorgulamanın?, zamanı gelmedi mi kader gibi dayatılan bu ölümleri durdurmanın? Çok değil azcık vicdan, azcık empati birbirimizi anlamaya, yaralarımızı sarmaya, yeni bir yaşamı birlikte inşa etmeye yeter de artar bile. Bir kader ve kanun varsa o da ekmek ve özgürlüğün, hak ve eşitliğin ayrılmaz birlikteliğidir. Bu coğrafya bir kez daha birimiz özgür olmadan diğerimizin özgürleşmeyeceğini bize bir kader olarak dayatıyor. Tek kader ve gerçeklik budur.