Byung Chul Han’dan (Dilek Zaptçıoğlu çevirisiyle) “Şiddetin Topolojisi”ni okurken ufak artçılar hissettim, bu ayın ilk tutulması birkaç gün evvel ve birkaç gün sonra olarak hissettirdiği sarsıntılarla epey kuvvetli sonuç alıcı gelişmelere gebe oldu.
Önce içeriğe bakalım, giriş bölümündeki ilk cümle ile merkezde odağa yerleşmeyi çok seviyor Chul Han;
“KAYBOLMAYAN şeyler vardır. Onlardan biri de şiddettir. Modernitenin şiddetten hazmetmediğini söyleyemeyiz. Ancak şiddet kılıktan kılığa giren bir oyuncudur. Toplumsal durumlara bağlı olarak suretini de değiştiriyor.“
Chul Han’ın, bu kitabın bütününde odaklandığı temel şey olumluluğun şiddeti. Olumluluğun şiddetinin, olumsuzluğun şiddetinden daha zarar verici olduğu savını detaylandırıyor; “Dilin spamlaşması, aşırı iletişim, aşırı haber ve bilgi, azmanlaşmış bir dil, iletişim ve haber kütlesi, olumluluğun şiddetinin görüntüleridir. Şiddet yalnız aşırı ölçülerde olumsuzluk değil, aşırı olumluluk da demektir. Olumluluğun şiddeti belki de olumsuzluğun şiddetinden çok daha yıkıcıdır, çünkü her türlü görüşe ve aleniliğe kapalıdır ve olumluluğu nedeniyle bağışıklık tepkilerinden de ustaca kaçar” diyor.
Bir bütünen iktidar mekanizmalarının her koşul ve her mekanda nasıl var olduklarını, sanat ya da sosyal hayatımızda bu modellerle dilin, davranışın ve yöntemlerin bize aksettirdiği tüm sonuçları detaylandırıyor. “Ben öyle bir yerin içinde değilim” dediğin her köşeyi sorgulatınca baştan ayağa yönlendirildiğin ve kendi kendini inandırdığın her şeyin bir olumlama şiddeti olduğunu görebiliyorsun. Tüm bunlar o kadar düzenli o kadar akışkan ve o kadar güzel bir tepside sunuluyor ki, Chul Han’ın da altını çizdiği gibi “şiddet giderek içselleştirilip, giderek görünmez hale geliyor.”
Ve ekliyor; “Başarıya odaklı özne tamamen tükenişe kadar (bornout) sömürecektir kendini.”
Bu olumluluk şiddeti ile beraber iktidar olan, çok çalışma ve sürekli üretme politikasında “özne” tüketiminin diğer ayağını besliyor. Bu başlıkta kendini tekrara dayalı bir bölüm açmış ki bence can alıcı; “Dayanıklılık, kalıcılık ve süreklilik büyümeyi yavaşlatır. İtaaat ve disiplin öznesi sağlam bir karaktere ihtiyaç duyarken, başarı ve performans toplumunun ideal öznesi, her şey için kullanılabilecek karaktersiz, evet karakterden azade bir insandır. Yüzergezerlik duygusu bir noktaya kadar özgürlük duygusuyla parelel gider. Ama uzun vadede ruhsal tükenmişlik yaratacaktır.”
Kişi olarak varlığımızı nasıl sürdüreceğimizin kararını biz veririz fakat prensipte bu böyle gözükse de bir olumluluk şiddeti altında olabiliriz diye anlıyorum. Ve bu noktayı fark ettikten sonra tekrara düşmek ya da gidişattaki seçimlere göz açmak tamamen yaratıcılığımız ve iç gözümüzde saklı. Fakat her şeyin ötesinde neyin içinde olursak olalım günün sonunda dayatılan ya da etkilerin uzağında kendimizle baş başa kaldığımızda bize ait olan fikir nedir? Biliyor muyuz kısmı öncelik taşıyor. Çünkü bir fikrimiz yok ise ya da duyguda hissettiğimiz bir gerçek yoksa şiddete açık ve amade olabiliriz. Bir yerde sürekli ve kalıcı olmak (buna kurumsal yapılarda dahil) iyi bir disiplini getirse de kalıcılığın verdiği garantörlükle yaratıcı olmanın önünde büyük bir engel yaratabilir. Ben kendimi ele alınca tutucu ve kalıpçı yanlarımı görebiliyorum. İnatçı kişiliğimin getirileri ile beraber uzun yıllar büyüdüğüm yerlerden çıkamıyorum örneğin ya da eğitim alanında başka bir yere odaklanmak mümkün iken bildiğin yerden ilerlemenin konforuna düşkünlüğüm yok değil. Tüm bunlar benim kendime dayattığım şeyler gibi gözükse de bir olumluluk şiddeti altında kalmış olma olasılığını daha güçlü kılıyor. Çünkü içinde büyütüldüğüm toplum, bağlılıklarım ve vicdanım beni buna mecbur kılıyor. Ama bu bana sunulan her fikre ya da karara körü körüne tabi olacağım anlamına gelmiyor. Gelmemeli, çünkü; beni herkesten ayıran sanatla işim ne o zaman? Çok ön açıcı bir kitap oldu. İki tutulma arası biten şeylerin olumluluğu ile ruhumu açtı, Chul Han. Yine şaşırtmadı beni.
Şimdi istikrarımı bozmadan konuyu yine kendime getireyim, maneviyatta küçük bir olumluluk şiddetine maruz kaldım ama çok iyi hissettirdi. Çünkü insanı, hem haklı hem de mağdur olduğu bir konu güçlü kılıyor. Bana kurulan dikte veya ajitasyon cümlelerinden hoşlanmıyorum, toplumsal ölçütleri içermeyen ya da doymamış yağ oranı yüksek kararlar bende ters tepiyor. Çünkü benimle ilk iletişimini bu kavramlar üzerinden geliştirmeyen kişi devamını bu şekilde yürütmemeli. Genelde açık dille ifade ettiğim şeyleri yazmaktan çekinmiyorum bu sebeble yolunda gitmeyen iletişimlere son vermeyi tercih ediyorum. Hiçleştirmek benim genel yapımda yok fakat her koşulda beni ya da dansı sınırlayan bu çiğliğe de tahammül sınırım kalmadı. Çünkü bir pratik yaşanmıştır ve bu pratiğin bir sonucu olmalıdır. Bana kapıyı gösteren bu pratik beni inciten üzen bir yerde hala kanlı canlı sıcak bir şekilde çözülmeden aynı noktada duruyorsa üstünden sittin sene geçse de bu alana atfedeceğin bir anlam ya da bir paylaşım olamaz artık. Çünkü seçimler yapılmıştır. Bu noktadan sonra iletişim için zorlama olumluluk şiddetine girer. Ne yardan ne serden vazgeçme pratiğini yaşayan bir yerde durulmamalıdır. Hayatta her istediğimiz olmuyor ve mümkün de değil fakat demokratik, sanatsal ve düşünce özgürlüğünün olmadığı bir yer benim evim olamaz.
Yanlışlık affedilebilir, yalan özürle birikte zamanla unutulabilir, hatalar kabul edildiği ölçüde yok sayılabilir ama devamlı bir ketle tekrara sürekletiliyorsan orada diyalektiği, özgünlüğü ama en önemlisi özgürlüğü kaybetmişsin demektir. Tüm bunları sindirmek seçimse, seçimini yapar yoluna devam edersin. Ya da ben bu şekilde yaşamayı seçmiyorum dersin. Etik olan budur.
Kalmayı ya da kalmamayı belirli ölçütler ve etikler belirler. Ben sindiren taraf değilim ve olmayacağım. Anlamamız gereken şey şudur; olayların ortasında kalsak da mutlak bir seçim önümüzde belirir ve her seçimin belli sonuçları olur. Ben bu sonuçlara negatif bakmıyorum. Fakat seçimler sonrasında herkesin yanımızda olmasını bekleyemeyiz, çünkü bu aptallık olur.