İmkânsızlık yıldırmıyor, tabiat kanunları bir şey söylemiyor, bentler durdurmuyor. Aksine bütün gördükleri, görmek istediklerinin şeklini alıyor. Gerçek, olduğu gibi zihninde belirmeye cüret edemiyor. Bir “seçilmiş” olduğuna inanmış ve inandırmış bir kere. Koşullar uygun, talihi de yaver gitmiş, o yüzden hurafenin pençesine düşmüyor. Afallatmıyor, sersemletmiyor, tüm akıldışılığı tastamam akla yatkın. İçten içe kararıyor, köpürüyor ve inandırdıkları içindeki yangını daha bir istekle körüklüyor. Onda kuşku uyandırıcı ne varsa kendiliğinden dökülüyor. Yıprandıkça parlıyor, aşındıkça bileniyor. Tüm varlıklar, tüm görüntüler, bütün bir geçmiş ve gelecek bu “seçilmiş kişi” imgesi etrafında göz kamaştırıcı bir hale oluşturuyor ve onu daha fazlasını, çok daha fazlasını, mümkün olanın en kötüsünü yapmaya zorluyor. Yıkmak, durmadan yıkmak!
Sahip olma dürtüsü tetikliyor, korku harekete geçiriyor, çılgınlık eşiğini aştığında yıkım artık zevke varıyor. Ezeli hilaf veya tarihsel kin, yıkmanın çekiciliği ve yıkım esnasında ulaştığı açık ya da gizli tatmin duygusu yanında sönük kalıyor. Öyle bir yakıcı hazdır ki bu, yoldan çıkmış kavimlere rahmet için indirilen, ancak onda çarpılmaya uğramış halde tersten zuhur eden “beklenen düzeltici”, gazapla mühürlü “ahir zaman kurtarıcısı” imgesine yaraşır genişlikte. Dinmeyen sarsıntı, ölüm titreyişi o geçmek bilmeyen esrime. Yok etmek, durmadan yok etmek! Bu artık salt huzur verici, bir onarıcı güç duygusu değil, erişilmez bir korunak, yıkıcının kendini var ettiği bir daimi inşa alanı. Burada her zorba gibi o da “mutlak olanda yaşıyor; tarihin doruğuna, hatta sonuna varmış gibi davranıyor”. Soluklanmak için duracağı eşik, ancak razı geleceği bir yükseklik; o da canlılığın ölüm solgunluğunu şart koştuğu şu ilahi mertebe. Yakarılar ve dualar, şarkılar ve övgüler kışkırtıyor, aklı aşağılayan ve anlama yeteneğini mahkûm eden gerçek bir rezaletle, ondaki ihtirası tanrısal ışığa sıvıyor. O halde uyanması için de, gördüğü rüyaya inanmaması için de bir sebep kalmıyor.
Saf bir esin, semavi bir nurdan başka şey olmadığına, kendinden önceki yıkımın çekiciliğine kapılmış diğer tüm çılgınlar gibi o da yalnızca harabeler ve mezarlıkların sesini dinlemediğine inandırmak zorunda. İşte, mirasını devraldıklarının asla sahip olmadığı araç ve imkânlarla kuşanmış olduğunu anladığında, öncüllerinden farklı olarak sadece canlı insanların yaşadıkları canlı şehirleri değil, artık ölülerle dolu ölü şehirleri de yıkarak mutlak sessizliği gömme kudretinde olduğu görülsün istiyor. İman etmekten imtina eden şehirlerin küle çevrilmesi, antik kentlerin ebedi ölümü, tarihte ilk olma ayrıcalığıyla mezarlıkların imhası ve izleyen daha bin türlü nadide vandallık bu ilahi imgenin pekiştirici öğesi. Yönelimi aynı şiddetle karşılık bulmamış “seçilmiş kişi” için, hükümran inancı hasar görmediği sürece durmak, durmaya niyet etmek bir olasılık değil, aksine tutuşan her şey içindeki karanlığı azdırır ve onu daha ilerisi için yüreklendirir. O yüzden düşüncesi alışılmış olandan ayrılıyor, yıkımın her aşamasında hiçlik onu varlıktan daha çok heyecanlandırıyor.
Küçümseme ve alay konusudur bugün yıkıcı, fakat tanrı olduğuna inandırılmamışsa insanlığa ait olanı imha yetkisi ve gücünü nasıl bulsun kendisinde! Geleceğin doğrulayıcı haklılığında, onun onaylayıcı bakışlarında yer kapacağını uman önce kendi bahtına yansın. Çünkü geçmiş diye kök salacak tek kalıntı, varlığına kanıt sayacak tek iz bulamayacaktır geride. Ölüler ve yıkıntılar arasında sınırsız tahrip ve küçültme zevkini bir kez tattıktan sonra, “seçilmiş kişiden” yaradan mertebesine uzanan yolu bir çırpıda aşmayan yıkıcı görülmüş müdür? O da durmuyor ve işte hayal gücü onu yeni baştan yapıyor, eksikliklerini tamamlıyor ve daha mükemmel, daha muazzam bir felaket biçiminde yeniden örüyor. Dokunduğu yerde yaşam sönüyor, çağları birbirine bağlayan kemerler, zamanı hapseden mahzen ve lahitler, görkemin direncinden solumuş kubbeler çöküyor. Vaktinde sadece gülmüş olan şimdi ağlamış ne gam! Bir şeyleri tutan kırık sütunlar artık hiçbir şey taşımıyor, gök fethedeceği mabetlerin zeminlerinden gülümsemiyor, ay ürpermiyor ve güneş mağara ağızlarında, “öpüşlerden insan yaratabilen” o kadim parmak izlerinde tutuşmuyor.