Kendisi de bir göç çocuğu olan Gazapizm; hani şu öfke ve kızlığın “izm”ini yapan, adını, topraklarını terk etmek zorunda kalan yoksul Amerikalı çiftçileri anlatan “Gazap üzümleri” romanından mı aldığı bilinmez, gerçek adı Anıl Acar olan, “Ölüler dirilerden çalacak” rap parçasında der ki; “Hakkında değil fazlasında gözü var, var mızmızlar dımdızlak kalacaklar, saygın adamları korku basacak, ölüler dirilerden çalacak”…
Siz “ölüleri” yer altında boğulan, göçük altında kalan, mevsimlik iş yollarında ölen, inşaatlardan düşen, kan emici tahtakurusu parazitlerin istilasına uğrayan işçiler olarak yorumlayabilirsiniz. “Diriler” de malumunuz…
Diriler diyor ki, hakkınız yok, verilenle yetinmek zorundasınız, biz hem gücüz hem de kuralları koyanız.
Ölüler de diyor ki, hakkımız var, verilenle yetinmek zorunda değiliz, siz güçlü olabilirsiniz ama biz de haklıyız.
Hak arama hakkını yeniden hatırlatan 3. Havalimanı inşaat işçilerinin emniyet ifadeleri, yaptıkları eylemin zihin dünyalarında ne kadar meşru ve haklı bulduklarının bir tezahürü. Savunma dili yok hiç birinde. Biri diyor ki örneğin; “Arkadaşlarım bizim hakkımızı savunuyorsa ben neden bu çağrıya destek vermeyeyim.” Cümlenin ardındaki hak berraklığı, temel hak ve hürriyetlerin bile kullanılamadığı zamanda, “milli ve yerli” söyleminin yarattığı duygu ve fikir karmaşıklığını sadeleştiriyor. Çünkü iktidara, iktidar koalisyonuna oy veren ailelerin çocukları da o şantiyelerde çalıştı/çalışıyor.
Belki görmüşsünüzdür, çocuğunun gözaltına alındığını öğrenmesinin havli ile ayağında terlikler, gece çocuğu için nöbet tutmuş kadını. Emniyet girişindeki demir kapıya vuran, haksızlıkla baş edebilmek için öfkesini korkmadan dile getiren kadını… O da çok emin çocuğunun haklılığından, o yüzden kararlı çıkışları…
Haklılığın verdiği gücü arkasına alan işçilerin bir kısmı tutuklandı, bir kısmı işten atıldı. Şantiyede, atölyede, fabrikada çalışan gerideki tüm işçilere, “ibret-i alem olsun” cezasıydı aslında verilen. Şimdi cezaevindeler. Silivri Cezaevi yerleşkesinin farklı hapishanelerinde tutuluyorlar.
Kan emici parazit sistemi simgeleyen “tahtakurusu” gerçeği, siyaseten çok şey söylese de, işçilerin hak talebindeki duruluk, siyaset üretenlerde maalesef yok. Hala kanaat önderi muamelesi çekilen kimi köşe yazarlarına; “Gitsin 24 saat o iş koşullarında çalışsın şu anda aldığı aylığı kendi cebimden vereceğim” denebiliyor, meşruluk arayışı inşa edilmeye çalışılıyor.
Oysa haklılığın siyasetini işçiler inşa etti bile. Ne demişti yine şantiyede çalışan bir işçi “İşçiyim ben işçi, sen benim kapımı nasıl kırıyorsun, medeni bir şekilde girebilirsin, kapımı çalabilirsin. Sonuçta benim mahremime girdi. Ve ben bunu kabul etmiyorum.”
Emeğin ahlaki değerine vurgu çok yapıldı. Ama alıntı yaptığım işçinin sözlerinde başka bir şey de var. Gücün kibrine hem tokat atıyor, hem de devlet-vatandaş ilişkisini eşitliyor. En azından zihin dünyasında…
Emniyet ifadeleri bile öyle… “Ben suç işlemedim, suç duyurusunda bulunuyorum” içerikli… Anlattıkları vicdanlara seslenme cümleleri değil, yaşadıklarını kayıtlara geçirme sanki…
“İş ve çalışma hürriyetinden yoksun bırakma”, “kamu malına zarar verme”, “toplantı ve gösteri yürüyüşü kanuna muhalefet”, “kolluk kuvvetine direnme” olsa da “suçları”, neden tutuklandıklarını, tutuklayanlar da biliyor.
Ezcümle; işçilerden öğrenilecek şey çok var.