Paris 2024 Olimpiyatları, sporcular ve yaptıkları derecelerden daha çok açılış törenlerinin renkliliğiyle zihinlerde yer tutacak. Bir de Rusya ve Belarus’a getirilen yasağa rağmen soykırımcı İsrail’e tanınan çifte standartla kuşkusuz…
Çocukluğundan başlayarak herhangi bir spor dalında yarışmalara katılma şansı elde eden çocuk sayısı, gelir dağılımının bizim gibi olduğu ülkelerde yok denecek kadar az. Yoksul aile çocuklarının süper yetenekli olsalar bile böyle bir şansı yakalaması çok zor. Uluslararası dereceler ise tümüyle olanaksız. Başarı kazanmanın, çok çalışmadan önce gelen koşulu maddi olanaklar oluyor.
Başarılı bir okçu olmak için küçüklükten başlayan, yüzme gibi fiziksel güç çalışmalarının yanında el ve zihinsel becerilerin kombinasyonu için resim, hatta piyano kursları gerekiyor. Başarılı okçumuz Mete Gazoz’un çocukluğu böyle çalışmalarla geçmiş örneğin. Sonrasında da tam bir ekip çalışması, profesyonel bir kadro gerekiyor. Beslenme diyetlerinde ise ayrı bir bütçe söz konusu. Yani bu işler öyle çocukluğunda hayıt dalından yay ve oklar yaparak, doğuştan yetenekli olmakla başarılamıyor. Yoksul aile çocukları yetenekli olsalar bile bu imkanları yakalayamıyor. Sporda büyük başarılar elde etmek de sınıfsal gerçekliğe toslayıp hayalden ibaret kalıyor.
Bu fırsatı yakalayan şanslı insanlardan sayıyorum kendimi. Hava Harp Okulu’nda öğrencilik yıllarımda tabanca atış takımında başarılı olmuş, hava kuvvetleri takımına girip yarışmalara katılmıştım. Subaylık yıllarımda da sürdü bu yarışmalar. Kara Kuvvetleri takımı, atış poligonlarında mesai yapan, hemen her gün antrenman şansına sahip sporculardan oluşurdu. Biz havacılar ise yarışmalardan 10 gün önce toplaşıp bir seçme yapar ve silahlı kuvvetler yarışmalarına katılırdık. Başarı da bununla orantılı olurdu elbet. Ancak 1987 yılında, kara, deniz ve jandarma takımlarından sporcuları geçerek, “askeri çabuk” atışta birinciliği yakalamış, Ordu Milli Takımı’na girmiştim. Size 6 saniye için görünen hedefe kolunuzu kaldırıp 5 mermi atmak zor bir iş gibi görünebilir ancak çalışmayla bu mümkün ve benim de en başarılı olduğum bölümdü.
Sakıncalı personel olduğum için beni yurtdışına göndermezler diye düşünürken Finlandiya’da yapılacak şampiyonaya takımla birlikte gittik. Toplam 25 ülkeden gelen yarışmacıların hemen hepsi kara kuvvetleri personeliydi ve tek havacı olarak ilginç bir deneyimdi benim için. Yunanistan takımını lacivert üniformalarla görünce “bunlar da havacı herhalde” diye düşünüp belki Ege’de kapıştığım pilotlardan biriyle karşılaşırım umuduyla yanlarına gitmiş ve fena refüze olmuştum. Meğer havacı değil hepsi jandarmaymış!
Tabii ilk sıraları yine olimpiyatlarda üst sıralarda gördüğümüz ülkelerden sporcular almıştı. Silahlarımız zaten bu ülkelerin ürettiği tabancalardı. Mermi kalitesi bile çok önemliydi, ki zaman zaman eksik barutla alt tarafa isabet eden mermiler puan kaybettirirdi. Yine de takım halinde başarılı bir yarışma çıkarmış, yanlış hatırlamıyorsam dokuzuncu olmuştuk. Madalya alamasak da Finlilerin konukseverliğinin de etkisiyle güzel duygularla dönmüştük.
Olimpiyatlar, futbol maçlarının vandallığı ve ırkçı-milliyetçi hezeyanların aksine çoğunlukla sportmence tavırların sahnelendiği alanlar oldu. Meksika 1968 Olimpiyatları’nda 200m madalya töreninde ABD ulusal marşı çalınırken havaya kaldırdıkları siyah eldivenli yumrukların sahipleri Tommie Smith ve John Carlos ve onlara eşlik eden Avustralyalı atlet Peter Norman da dünyanın en etkili insan hakları eylemini bu ortamda gerçekleştirdi. Fransa’nın bütün kamusal alanlarında yazılı olan “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” ilkelerinin ise buna elverişli bir zemin oluşturduğunu söylemek mümkün. Türkiye’deki tekçi, cinsiyetçi anlayışın Paris’teki açılış görüntülerini Erdoğan’ın ağzından hedef almasının altında da bu 3 sözcüğün yarattığı alerji yatıyor aslında!
2036 Olimpiyatları’na aday olan kentlerden biri de İstanbul. Ne dersiniz, 12 yılda bu ülkede olimpiyat ruhuna ev sahipliği yapacak bir anlayışı daha da önemlisi barışı egemen kılabilir miyiz?