İnsan, ‘düşünen varlık’ olarak tanımlanır. Düşünen akıl soru sorar. Felsefe, düşünen aklın ürettiği sorulara karşı önerilen yanıtlarla biçimlenen bir disiplindir.
İnsan, tarih boyunca birçok sorunun yanıtını deneme-yanılma yoluyla elde etti. Yerleşik yaşam düzeninde, gözlemlerle bilgiye dönüşmüş deneyimlerin aktarımıyla da bilim ve kültür oluştu.
Öte yandan, salt günlük yaşamın deneyimleriyle yanıtlanamayan sorular da var. Örneğin gözlem ve deneyimlerle, hatta bazen içgüdülerle insanın, kurdun, kuşun ve hatta ağaçların, bitkilerin nasıl oluştuğunu bildiğimiz halde, başlangıç noktasını anlamak için insanlık binlerce yıl boyunca sorular üretti. Evrenin oluşumu, sonsuzluk kavramı gibi konularda bilim insanları halen teoriler üretmekteler. Bunlardan biri, belli bir süre boyunca en makul açıklama olarak kabul görse dâhi, yol açtığı yeni sorular, daha farklı önermelere yol açmakta.
Pozitif bilim bu alanda ömür tüketmeye devam ededursun, edebiyatın metafizik hali, yani kutsal kitaplar son 4 bin yılda söz konusu yanıtları, üstelik de tartışma kabul etmez bir şekilde ortaya koydular.
Tevrat ve ondan alınan ilhamla İncil, Kuran ve Zebur evrenin oluşumunu da, ilk insanın ortaya çıkışını da, yaşamın sürekliliğini de, üstelik çok betimleyici anlatımlarla insanlığa sundular. Örneğin dünyamızın, yerinde sabit duran engin bir düzlem olduğunu, güneşin ise onun etrafında dönen ateşten bir küre olduğunu öğrettiler insanlara.
Duyularımızla algılanamaz tinsel bir varlık olarak tanrı, altı günlük bir mesaiyle, kaosun hâkim olduğu dünyayı yaşanabilir bir cennete dönüştürmüştü. Karanlığı ve aydınlığı ayrıştırmakla başlayan süreç, altıncı günün sonunda çamurdan yoğrulan insana nefes verilmesiyle tamamlandı. Yedinci gün İslam inancına göre Cuma, Yahudi inancına göre Şabat, yani Cumartesi ve Hıristiyan teolojisine göre de Pazar günü yaratıcı için dinlenme, yaratılanlar için ise ibadet günü olarak tanımlandı.
Geçtiğimiz Pazar günü, Ortodoks cemaatler dışındaki tüm Hıristiyanlar, Hazreti İsa’nın ölümü yenerek göğe yükselişini simgeleyen Paskalya bayramını kutladılar. İncil anlatımına göre İsa Peygamber, Perşembe günü yoğun işkencelerin ardından çarmıha gerilerek insanların günahlarının kefaretini ödemek üzere öldürülür. Ancak ölümünün üçüncü günü mezarını ziyaret edenler, kabrin boş olduğunu görürler.
Günümüzde olsa adlî takibatla aydınlanacak bu tuhaf durum, dönemin şartlarında bir mucize olarak sunuldu ve böylece ölüm sonrası hakkında da bir açıklama üretilmiş oldu. Mısır’da piramitlerin inşası, firavunların mumyalanması, farklı kültürlerde kralların uşakları, askerleri, cariyeleri ve hatta atlarıyla birlikte gömülmeleri, ölümden sonraki yaşamın ihtiyaçlarına göre tasarlanmış ritüeller.
Hazreti İsa’nın ölümü yenmesi ise, salt krallara veya asilzadelere değil, tüm insanlığa bahşedilmiş bir lütuf. Tüm nimetlerinin egemenler, güçlüler ve zorbalar tarafından talan edildiği şu fani dünyada sıradan ölümlüler için daha anlamlı bir vaat olabilir mi?
Dinî literatür, dünyanın meselelerinin altında ezilen insanlara çözüm için öte dünyada huriler, gılmanlar, abı kevser ırmakları vaat ederek, yaklaşık dört bin yıllık bir avuntu sağlayabildi. İşin tuhaf tarafı, esas olarak bedenin doyumunu sağlayacak bu vaatler, tam tersine, bedeni olmayan bir ruha sunulmakta.
Dün, Paskalya bayramında Boyacıköy Ermeni Kilisesi’nin avlusunda bayramlaşan kalabalığı izlerken aklımdan bu düşünceler geçmekteydi.
Sonuçta ölerek ölümü yenmek fikrinin bambaşka bir tezahürü gelip dudaklarıma ilişiverdi.
“Ölüm nereden gelirse gelsin… Savaş sloganımız kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımız elden ele geçecekse, başkaları mitralyöz sesleriyle savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi.”