Artık sistematik biçimde uygulanan çocuklara ve kadınlara yönelik tecavüzlere karşı bu denli suskun kalınması zaten anlaşılmazken, Kürdistan’da yaşananlara Türkiye tarafından yeterince ses verilemiyor oluşu da ayrıca sorgulanmıyor
Gülizar Tuncer
Son günlerde yaşadığımız pek çok olayı muhalefet yine basın açıklamalarıyla kınayarak, konuyu Meclis’e taşıyacakları ve takipçisi olacakları sözünü vererek geçiştirdi. Günler geçtikçe de muhalefet cephesindekilerin alabildiğine yoğun gündemlerinin arasında her şey unutulup gitti.
Oysaki her biri diğerinden büyük vehamet arz eden ve ortalığın ayağa kaldırılması gereken olayların hiçbirisi böylesine kolay unutulacak, unutturulacak türden olaylar değildi. Elbette ki bu olayların hiçbirisi ilk kez yaşanmıyordu, ancak son dönemde her şeyin bu kadar göze sokarcasına açıktan, bu kadar pervasızca ve ardı ardına yaşanıyor olması ve sonrasındaki sessizlik çok düşündürücü…
Önce Batman’da bir köyde çobanlık yapan yoksul bir Kürt ailenin 18 yaşındaki kızı İpek Er’in ateşli silahla yaşamına son vermek istemesiyle, bir uzman çavuşun tecavüzüne maruz kaldığı ortaya çıktı. Musa Orhan adlı uzman çavuş 20 gün boyunca zorla alıkoyma, tecavüz, ölümle tehdit, fuhuşa teşvik, fiziksel ve psikolojik şiddet, intihara yönlendirme gibi suçları işlediği genç kadına, daha önce de bunları defalarca yaptığını, kimsenin bir şey yapamadığını, istediği yere şikâyet edebileceğini söylemiş ve dediği gibi de olmuştu. Şikâyetçi olmasına rağmen uzman çavuş hakkında hiçbir işlem yapılmadığından ve başka çaresi olmadığı için yaşamına son vermek isteyen İpek Er’in ardından bıraktığı mektupla durum anlaşılmış ve uzman çavuş bir haftalığına tutuklanıp serbest bırakılmıştı. İpek Er bir ay boyunca hastanede yaşam mücadelesi verirken, annesinin belirttiği gibi kadın örgütleri dahil kimse gerçek anlamıyla sahip çıkmamış, öldükten sonra veya uzman çavuş serbest bırakıldığında da etkili bir protesto gerçekleştirilememişti.
Olayın üzeri örtüldü
Biliyoruz ki tecavüzcüyü yalnızca asker olması değil, bozkurt işaretli pozları ve özel savaş politikalarının uygulayıcısı olması kurtarmış, abisi polis olduğu için “Cenaze bizimdir” diyen Soylu bir de “PKK kampanyası yürütülüyor” diyerek yaşananların üstünü örtmeye çalışmış ve başarılı da olmuştu. Ancak yapılanlar bununla da kalmadı, sosyal medya hesaplarından açıkça “Kürt kadınlara tecavüz etmek farzdır, hiç kimse çekinmemeli” diye yazanlar oldu ve yine sınırlı düzeyde ve yalnızca sosyal medya üzerinden yazılanlarla yetinilen bir tepki ya da tepkisizlik hali yaşadık. Öyle bir haldeyiz ki artık, yarın Diyanet İşleri Başkanlığı da benzer içerikte fetvalar verirse, hiç şaşırmayacak ve öylece geçiştirecek noktaya geldik.
Batıdan ses yok
Artık yaygın ve sistematik biçimde uygulanan çocuklara ve kadınlara yönelik tecavüzlere karşı bu denli suskun kalınması zaten anlaşılmazken, Kürdistan’da yaşananlara Türkiye tarafından yeterince ses verilemiyor oluşu da ayrıca sorgulanmıyor. Öylesine bir rahatlık içindeyiz ki herkes “Sosyal medyadan gelen tepkiler üzerine tecavüzcü tutuklandı” diyor, hatta artık atılan tweet sayısına göre gözaltı veya tutukluluk ölçülebiliyormuş, bir hafta sonra neden serbest bırakıldı ya da tutukluluğun uzun sürmesi için daha ne kadar tweet atmak gerekirmiş bilen yok. Batıda kabul gören sosyal medya solculuğuyla yaşanan tecavüzlerin, işkencelerin, zulmün hesabı nasıl sorulabilir, dağlarda, tarlada, kışlada, sokakta, hapishanede ölenlere nasıl sahip çıkılabilir ortada, ama çok uzak olmayan zamanlarda serhildanlar gerçekleştiren bir halk sokaklara dökülüp hesap soramaz hale geldiyse, bunun üzerine de çokça düşünülmelidir.
Asıl sorumlular unutulmamalı
Tecavüzle sınırlı kalmayan ve genç bir kadının bir ay boyunca acılar çekip yaşamını yitirmesine neden olan bu vahim olayın ardından, batı cephesinde gerçekleşen sınırlı düzeydeki tepkiler bir müddet sonra esas yöneltilmesi gereken yerden başka taraflara kaydırıldı. Bir kadın gazetecinin başlığı, içeriği ve bakış açısıyla her anlamda sorunlu yazısından hareketle, bir ırkçılık tartışması aldı başını gitti. Ne devletin kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilen özel savaş politikaları tartışılır oldu ne de tecavüzcünün serbest bırakılması. Sonunda Hüda-Par, AK Parti ve Batman Barosu’nun suç duyurularıyla Işıl Özgentürk hakkında soruşturma açıldı ve böylece bütün sorunlar hallolmuşçasına herkes rahatladı ve her şey unutuldu.
Elbette ki herkesin kabul ettiği noktadan hareketle, yazılanları eleştirmekten öte yazarın olaylara bakış açısını ve yaklaşımını sorgulamak hatta mahkûm etmek gerekiyor. Ancak bu bize esas sorumluları unutmayı veya bazı gerçekleri görmezden gelmemizi gerektirmiyor, nihayetinde gerçeklerin üstünü örterek bir yere varamayacağımızı da biliyoruz. O nedenle, sanki Batman’da 90’lı yıllardan beri kadın intiharlarındaki artışı ve nedenlerini kimse bilmiyormuş gibi, Batman yalnızca kadın vekillerin, kadın belediye başkanlarının ve okumuş, özgür, bağımsız kadınların memleketiymiş ve de dinsel geriliğin, bağnazlığın, tutuculuğun, gelenek ve göreneklerin toplum ve kadınlar üzerinde etkisi hiç yokmuş gibi davranıldı. Daha da önemlisi Batman dahil olmak üzere pek çok Kürt ilinde devletin özel savaş politikalarını devreye sokarak ajanlaştırma, uyuşturucu kullanımı ve fuhuşu yönlendirmeye çalıştığı, dernekler, vakıflar açarak, kamu olanaklarını kullanarak çocukları, gençleri ve kadınları kontrgerillacılığın başka bir yüzüyle kendi yanlarına çekmeye çalıştıkları bilinmiyormuş gibi, herkes bir reddiyeciliğe soyundu. Hiç de yeni olmayan bu tehlikeli konseptin, İstanbul’da bir zamanlar devrimci yapıların ve yurtsever hareketin örgütlü olduğu Gazi Mahallesi’nden isyanların şehri Dersim’e kadar pek çok merkezde devreye sokulduğu herkesin malumu değilmiş gibi davranıldı. Böylelikle bir yere varılacağı zannedildi.
Çürütme politikaları devrede
Sömürgecilik ve savaş politikalarının bir sonucu olarak, asırlardır fethedilen bölgelerdeki kadınları ve çocukları ganimet olarak gören atalarından devraldıkları geleneği sürdürenlerin, yıllardır Kürdistan’da ve şimdilerde işgal edilen Suriye topraklarında asker, polis, özel harekatçı, cihatçı, korucu vb. kılığındaki devlet görevlileriyle uyguladığı özel savaş politikalarından bağımsız düşünemeyiz yaşananları. Hatta bu zamana kadar uygulanan şiddet politikalarından, köy yakmalar, faili meçhuller, kayıplar, toplu mezar uygulamalarından da bağımsız olmadığı gibi belki daha tehlikeli ve sinsice yürütülen psikolojik savaş yöntemleri, içten çökertme ve çürütme yöntemleri devreye sokulmuştur.
Bu yüzden gerçekler gün gibi ortadayken, özellikle Kürdistan’da yürütülen kirli savaş politikalarının bir parçası olarak kadınlara yönelik tecavüzler sistematik ve yaygın bir hal almışken, bunu yalnızca kadın kimliğine yönelik bir cinsel saldırı olarak görmek ve göstermek yanıltıcı olacaktır. Egemenlik alanındaki topraklarda yaşayan halkları teslim alma ve kadınların iradesini kırma yöntemi olarak bütün toplumsal kesimlere yönelik bir tehdittir tecavüz politikası. Kürdistan’da kendilerine dayatılan feodal değerlere, geleneklere, namus anlayışına, aile kurumuna karşı çıkarak mücadeleyi seçen, savaşan ve savaşarak özgürleşen Kürt kadınlarına, Rojava’da toplumsal mücadelenin ve devrimin öncüsü olan kadınlara yönelik sistemli saldırılar, bugün artık bütün kadınlara yönelik tecavüz tehdidiyle sürdürülmek istenmektedir. Giderek azgınlaşan saldırılar, ister devletin resmi görevlileri tarafından ister cihatçı çeteler eliyle olsun, aynı IŞİD zihniyetiyle ve aynı işgal ve soykırım politikalarının devamı olarak yürütülmektedir. Dolayısıyla, sistematik tecavüzlerle birlikte kadına, ailesine, bir bütün olarak halka köleliği ve işbirliğini dayatan bu kirli politikaya karşı çıkmakla yetinmeyip etkili biçimde mücadele etmek de gerekiyor.
Protokoldeki tecavüzcü şeyh
Batman’ın hemen ardından Sakarya’da gerçekleşen diğer vahim olay, Uşşaki adlı tarikatın lideri konumundaki şeyhin 12 yaşındaki çocuğa tecavüz etmesiydi ki bu olayların da son derece yaygın olduğu ve çok az bir bölümünün dışarıya yansıtılabildiği biliniyor. Şeyhin çocuğun ailesine para teklif ederek şikâyeti geri çektiremeyince de utanıp sıkılmadan müridinin küçük kızıyla evlenebileceğini söylemesi, kadınları ve çocukları kendi malları olarak gören bu zihniyetin neden İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıktıkları ve çocukları tecavüzcüsüyle evlendirerek cezadan kurtulma hakkı tanıyacak yasanın çıkmasını istediklerini gösteriyordu.
Ancak bu şahsiyetin yıllarca devlet televizyonlarında boy gösterdiği, uğruna kamu kaynaklarının seferber edildiği, protokollerde kendisine diğer devlet yetkilileriyle birlikte oturma şerefi bahşedildiği ve Diyanet raporlarında bu tarikatla ilgili olarak “Gayeleri insanların nefis terbiyesini sağlamak” diye övülerek yazıldığı, devlete dini bütün polis ve bekçiler istendiğinde yüzlerce mürit gönderdiklerini de öğrenmiş olduk. Daha da önemlisi bunların dışında yıllardır memleketi örümcek ağı gibi saran yüzlerce tarikat, cemaat ve bunlara bağlı yüzlerce kolun faaliyet yürüttüğü ve organik ilişkide oldukları milyonlarca insanı, toplumu nasıl çürüttükleri, geleceğimizi nasıl kararttıkları da biliniyor.
AKP’nin erkek egemen sistemin azgın saldırılarının uygulayıcısı olarak, iktidara geldiği 2002 yılından bu yana çocuklara ve kadınlara yönelik taciz ve tecavüzlerde, kadın cinayetlerindeki korkunç artış ve yıllardır Ensarlarda, yatılı bölge okullarında, yurtlardaki çocuklara yapılan dehşet verici uygulamaları da biliyoruz. Devleti yönetenlerin devasa bir güç haline getirdikleri Diyanet aracılığıyla, gelecekte şeriat düzeniyle birlikte şeriat hukukunu da uygulamaya koyarak, sınırsız güç arzularını doyuracak biçimde bütün bu bağnazlığı, zorbalığı yerleştirmek istedikleri de biliniyor. Ancak bütün bunları umursamayan tepkisizliğimizden hareketle, bütün bu rezilliklerin, ortaya saçılan pisliklerin ya da gelecekte yaşayacaklarımızın kimseyi o kadar da rahatsız etmediği ya da artık herkesin bir biçimiyle alıştığı ve durumu kabullendiğini, yani “kaderine razı geldiğini” de söylemek durumundayız.
Kürt işçilere linç
Diğer bir olay; Mardin’den Sakarya’ya çalışmak için gelen yoksul Kürt emekçilerine, çocuk yaşlı demeden her türlü hakaret ve tehditleri savurarak, demir çubuklarla gerçekleşen azgın saldırılar ki bu da aynı şekilde kınamalarla geçiştirildi. Özellikle kucağında bebeği olan anneye, genç bir Kürt kadın işçiye yumruk atılarak yapılan alçakça saldırı herkesin tepkisine neden oldu, ama yine de gerçek bir sahiplenme ortaya konulamadı. Saldırıya uğrayanları ziyarete dahi izin vermeyen devletin kolluk güçleri karşısında, bir avuç insanın yanında vekilleri de olsa güçlü bir halk desteği olmadığı sürece yapacağı çok fazla şey yoktur zaten.
Oysaki ekmek parası uğruna mevsimlik işçi olarak memleketlerinden binlerce kilometre uzaklara gitmek zorunda kalan yoksul Kürt halkına kalkan eller ilk kez çalışmıyor, onlar zaten yıllardır benzer saldırılara maruz kalıyor, dövülüyor, sövülüyor, aşağılanıyor ve horlanıyorlardı. Ve yine herkesin bildiği gerçek; bu saldırıların kendiliğinden olmadığı, kışkırtılan ve yoksul insanların üzerine sürülen bu güruhun devlet tarafından korunup kollandığı gerçeği, Valilik açıklamaları ve göstermelik olarak gözaltına alınıp bırakılan saldırganların ardından bir kez daha yineleniyor ve sonra susuluyordu. Devletin yönlendirmesiyle yoksul Kürt işçilerine, kadınlarına, çocuklarına “köpek sürüsü” diyen patronların, köylerden getirdikleri linççi güruhu, sahipsiz gördükleri insanların üzerine sürerek alçaklığı ve zulmü resmediyor oluşları, kendilerine gerçek anlamda karşı koyanın olamayışındandır.
Ancak seneye yine tekrar edeceği muhakkak olan bu saldırıların boyutlarının da artık farklılaşacağı biliniyor olmasına rağmen muhalefet yine yetkililerden soruşturma açılmasını talep ederek ve Meclis’te soru önergesi vererek görevini yapmış oldu. Oysa yine herkes çok iyi bilmektedir ki daha önceki yıllarda olduğu gibi bu linç görüntülerinin ardından kimseye dava açılmayacak, açılsa da artık göstermelik yargılamalar sonucunda esas sorumlulara ceza verilmeyecek. Böylelikle başka türlü hesap soran da olmayınca saldırganlar her geçen gün, ay, yıl daha da artarak ve azgınlaşarak saldırılarını sürdürecekler.
Kendini yakma…
Değinmeden geçemeyeceğimiz son bir olay da Erzincan’da Kurban Bayramı’nın 4. gününde, bir mesire alanında mısır satarken zabıta tarafından tezgâhına el konulan seyyar satıcı Yavuz Polat’ın üzerine benzin döküp kendini yakmasıydı ki ne zabıtanın zorbalığı ne onu hastaneye götüren ambulansın yolda kalması ne de gecikmiş müdahaleyle uzun süre hastanede kaldıktan sonra yaşamını yitirmesi hiç kimsenin umurunda olmadı. Başka ülkelerde açlığın ve yoksulluğun, aynı zamanda buna karşı koyuşun en çarpıcı biçimi olarak, halkın sokaklara dökülmesine ve isyanlara yol açan kıvılcım niteliğindeki bu protesto eylemini bizde kimseler görmedi…
Olayların üzerine gidilemedi
Devletin bu azgın saldırıları karşısında muhalefet gerçeklikten kopup “güçlendirilmiş demokrasi” ve genişletilmiş ittifak söylemleriyle sürekli biçimde seçime endeksli politikalar geliştirerek, kitlesellikten uzak “halk buluşmaları” yaparak, olmayan barış için “insan zinciri” oluşturarak adeta kendini tekrar ederken, bütün bu yaşanan çarpıcı gelişmelerin üzerine gidilemedi. Bu durum kendisi gündem yaratamayan muhalefetin, ülkedeki savaş politikalarının, sömürünün, ekonomik ve siyasi krizin sonucu olarak yaşanan vahim olaylardan hareketle de politika geliştiremediğini, bir karşı koyuş örgütlemek bir yana, artık gerçeklik algısını da yitirerek tümüyle gerçeklikten kopma hali yaşadığını gösteriyor.