Milli Eğitim Bakanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde yapıldığını özellikle vurguladığı görüşmelerde alınan kararlar neticesinde, 2020-2021 Eğitim-Öğretim yılına nasıl başlanacağını açıkladı. Milyonlarca öğrenci, veli ve eğitim emekçisinin merakla beklediği kararda sürpriz yoktu!
Hükümet, nasıl ki pandemi sürecinin başından bu yana sermayenin çıkarlarını toplum sağlığının önünde tutmuş; cami hoparlörlerinden “herkesin evde kalması” çağrısı yapılırken ve sokağa çıkma yasakları ilan edilirken fabrikalarda, bankalarda, kargo şirketlerinde emekçileri, yaşam hakları ihlal edilerek çalıştırmış; ulusal ve uluslararası sağlık örgütlerinin itirazlarına rağmen “normalleşme” sürecine geçmiş; LGS ve YGS’leri yapmışsa şimdi de 20 milyonu aşkın öğrenci ve eğitimci ile onların ailelerini tehlikeye atma pahasına 21 Eylül’de yüz yüze eğitime geçileceğini açıklamıştır. Bakanın açıklamasına göre yüz yüze eğitimden önce; 31 Ağustos’ta uzaktan eğitime geçilecek, özel okullar dilerse 17 Ağustos’ta eğitime başlayabilecektir.
13 Haziran’da bu köşede “Uzaktan (dijital) Eğitim Fırsatçılığı!” başlığıyla paylaştığım şu bilgiyi hatırlatmakta yarar görüyorum: Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın “Covid 19 Dönemi TEGV Çocukları Uzaktan Eğitim Durum Değerlendirme Raporu”na göre EBA’nın internet üzerinden yaptığı video dersleri izleme oranı yüzde 47, canlı derslere katılım ise sadece yüzde 11’dir. Öğrencilerin çok önemli bölümü (yüzde 66) ise uzaktan eğitim programına ise günde sadece 1-2 saat zaman ayırmış. Bu konuda yapılan ve benzer sonuçlara ulaşan birçok çalışmayı bir yana bırakıp yalnızca belirttiğim veriler üzerinden bakıldığında bile “bilgisayar ve internete ulaşımın yetersiz olması ve eğitimin toplumsal’ y işlevlerinin ‘uzaktan apılacak eğitimle gerçekleştirilememesi” önümüzdeki günlerde başlatılacak eğitimin anlamsız olacağını ayan beyan ortaya koymaktadır.
Alınan kararda ‘toplum sağlığı’ bakımından asıl önemli olan, yüz yüze eğitimin 21 Eylül’de başlayacak olmasıdır. Dikkatinizi çekmek isterim, Cumhurbaşkanı’nın “liderliğinde” alınan ve ilgili bakan tarafından açıklanan bu karar, ironik bir şekilde pandemi konusunda gerçekleri gizlemeyi görev edinmiş Sağlık Bakanı’nın “Ekim ve Kasım” ayında tehlikenin daha da artacağı uyarısını yaptığı gün (12 Ağustos) alınmıştır. Yani Sağlık Bakanı’nın koronavirüsün tehlikeli boyutlara ulaşacağı uyarısını yaptığı ve yeniden kapanma olasılığını dillendirdiği gün, 20 milyonu aşkın öğrenci ve eğitimciyi, çok büyük çoğunluğu fiziksel olarak yetersiz ve sağlıksız okullarda, pandemiden korunmanın temel kuralı olan fiziksel mesafe kuralı göz ardı edilerek bir araya getirme kararı alınmıştır.
Gerçi yüz yüze eğitimin sağlıklı bir ortamda yapılabilmesini sağlamak için birtakım önlemlerin alınacağı(!) Bakan’ın açıklamasında yer almaktadır. Ancak pandemi öncesinde bile ne kadar sağlıklı olduğu şüphe götüren okul ortamlarının, koronavürüs tehdidinden arındırılacağının söylenmesi, inandırıcı olmaktan epeyce uzaktır.
İki bakanın birbiriyle çelişen açıklamaları, akıllarımızın hep bir köşesinde duran “Pandemi tehdidine rağmen okulların açılmasının özel okul patronlarının talebini yerine getirmek için mi yapılıyor?” sorusunun haklılığını güçlendirmektedir. Hükümetin eğitim politikasının, eğitimi kâr alanı haline getirmek ve bu alana yatırım yapan patronları teşvik etmek üzerine kurulu olduğu gerçeği, nicedir gün gibi ortadadır. Pandemi nedeniyle okulların açılmaması, velilerin yüklü paralar ödedikleri özel okulları tercih etmemesine neden olacaktır. Özellikle Mart’ta kapanmasına rağmen, birçok özel okulun yemek, servis vb bedellerini dahi velilere geri ödemeyerek adeta gasp etmesinin de bunda etkili olacağı düşünülebilir. Özel okul patronları (ki bakan da özel okul patronudur) bunun telaşıyla, ‘okulları açma kararı’ alması için hükümete baskı yapmıştır. Hatta Özel Okullar Derneği Başkanı Nurullah Dal, öğrencilerinin ve kendilerinin yaşamının riske atılmasına karşı çıkan sendikaları “ortalığı bulandırmak”la suçlarken, öğretmenleri de “İşe gitmeden maaşlarını alıyorlar. Sanırım rahata alıştılar” sözleriyle hedef almıştır.
Pandemi sürecinin başından beri sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda hareket eden AKP hükümeti, -yine milyonlarca öğrencinin, eğitimcinin ve genel olarak tüm toplumun sağlığını hiçe sayarak- eğitim ve öğretim yılının başlama kararını da bu anlayışla vermiştir. Siyasi iktidarın sınıfsal olan bu tercihi karşısında yaşam hakkını korumanın yegane yolu, “sınıfsal perspektifte örgütlü bir karşı duruş ortaya koymak”tır. Bu ‘karşı duruş’un nasıl olması gerektiği doğru belirlenmelidir. Örneğin Eğitim Sen’in öğretmen ve sendikaları hedef gösteren açıklaması için “patron temsilcisinin özür dilemesini, sözünü geri almasını talep etmesi vs.” hiçbir anlamı olmayacak tepkilerdir. Ancak burada sorumluluğun sadece eğitim sendikalarında olmadığını da özellikle vurgulamak gerekir. Çocuklarımız başta olmak üzere toplumun sağlığını yakından ilgilendiren böyle bir konuda tüm örgütlerin güçlü tepkilerini ortaya koymaları ve mücadeleye katılmaları tarihi bir sorumluluktur.