“İntiharın eşiği” geçen Haziran’da Yeni Yaşam’da, Kastamonu ve Adana’da art arda yaşanan işsiz gençlerin intiharı sonrası yazdığım yazı bu başlığı taşıyordu.
Haziran ayındaki yazıda CHP Milletvekili Tekin Bingöl’ün o dönemde yayınladığı işçi intiharlarına yönelik raporundan alıntılayarak 2013’te 15, 2014’te 25, 2015’te 59, 2016’da 90, 2017’de 89 ve 2018’de de 73 işçinin hayatına son verdiğini yazmıştım. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre işçilerin intihar nedenleri içinde borç, mobbing ve işsizliğin öne çıktığını anımsatmıştım.
Fatih’te geçim sıkıntısı yaşadıkları bilinen 4 kardeşin birlikte intiharı ve Antalya’da aylardır işsiz olan Selim Şimşek’in çocuklarını ve eşini öldürüp intihar etmesi bizi yine aynı sarsıcı konuyla karşı karşıya bıraktı.
Ülke tarihinde İşsizlik oranın rekor düzeye ulaştığı -mübalağa değil gerçek bir veri olarak- ekonomik krizle beraber yoksulluğun derinleştiği bir dönemde insanımızın altında ezildikleri borçlar ve yaşamlarını sürdürme konusunda kapıldıkları umutsuzluk bize Türkiye’de toplumsal çözülme ve çürümenin kimseye kaçacak yer bırakmadığını gösteriyor. Bireysel intiharların bizi karşı karşıya bıraktığı trajedi ve sarsıntı toplu ölümlerle farklı bir boyuta taşındı.
Psikiyatr Cemal Dindar toplu intihar ve ölümlere dair İndependent Turkish’e yaptığı değerlendirmede şu sözlerle çok önemli bir noktaya işaret ediyor: “Hem Fatih hem Antalya’da benzer toplu intiharlar oluyorsa bu artık psikiyatrik bir olgu değildir, toplumda çok büyük bir derdin, acının biriktiğinin işareti. Bu derdi anlamak, çözüm bulmak sadece uzmanlarla olacak bir şey değil. Ülkeyi yönetenlerin, ülkede bu büyük acıya karşı karına kar katanların bu topluma ne yapıyoruz diye düşünmesi lazım. Bu sadece yoksulluk ile de açıklanacak bir durum değil, toplum olma vasfını yitiriyoruz sanırım. Bir çözülme yaşanıyor.”
Dindar’ın işaret ettiği çözülme akla intihar üzerine çalışmalar yapan Sosyoloji’nin önemli isimlerinden Durkheim’in Anomik (Kuralsız) İntihar kavramını getiriyor. Durkheim başta ekonomik kriz olmak üzere, çeşitli nedenlerle toplum normlarında yaşanan çözülmenin intihar oranlarını arttırdığını savunmuştu. Krizin tetiklediği bu çözülme sürecinde iyi-kötü, doğru-yanlış gibi toplumsal normların belirsizleştiği ve bu muğlaklığın intihara yönelimi arttırdığını söylemişti.
Kendi çöküş ve çözülmesini durdurma planını bu toplumun huzuru, barışı ve refahı pahasına uygulamayı tercihi eden bir iktidarla karşı karşıyayız. Bu sarsıcı kayıplar sonrasında dişe dokunur tek bir açıklama ve icraatları yok. Vitrindekiler suskun. Ama onların yerine sahibinin sesi olarak konuşanlar var. İntiharları krize bağlayanları tehdit edip suçlayan gazeteciler, Türkiye’de en az 1 Milyon insanın depresyonda olduğunu söyleyip ardından önlem yerine siyanürün yasaklanmasını öneren psikiyatristler, hayatını kaybedenlerin kütüphanesindeki kitaplara bakıp “ateizm” imasıyla neredeyse müstahak diyen gazeteler… İntihar-yoksulluk ilişkisini gündeme getirmek bile bir siyasal karşıtlık alanı olarak tanımlanıyor.
Oysa iktidarın yandaş sermaye gruplarının vergi borçlarını bir kalemde silerken halkın sırtına yüklediği vergi ve borçlarla yarattığı adaletsiz düzen, işe alımlarda, atamalarda benimsediği kayırmacılık, en basit adli sorunlarda bile arkası olanların korunduğu hukuk ve güvenlik sistemi sapır sapır dökülüyor. Yoksulluk, işsizlik derinleşiyor… Tüm bunları bile bile bu toplumun evlatlarının acısı karşısında nedamet getirmek yerine iktidarın bekasını düşünenlere duyduğumuz öfke büyük. İntihar “öfkenin kişinin kendine dönmüş hali” olarak tanımlanıyor. Bu öfkeyi adresine yönlendirmek için doğruları gür bir sesle söyleyelim. Bu işin söylem kısmı olsun ama bir yandan da iktidarın yıktığı veya içini boşalttığı bu toplumsal düzen karşısında kendi ortak/dayanışmacı kamusallığımızı ve ağlarımızı kurmalıyız. Belki de başka bir hayat biz onu kurmadıkça mümkün değildir.