Öfkeden bahsederken Homeros’un ebedi İlyada’sını hatırlamamak olmaz. Homeros tarihe ışık tutan eserinin ilk destanında tek bir konuyu işler, Akhilleus’un dinmeyen öfkesi. Akhilleus’un iflah olmaz öfkesi bir yanardağın aniden patlaması misali Agamemnon’un üzerine sıçramakla kalmıyor, aynı zamanda bütün Truva’yı küle çeviriyor. Şair, öfkenin o tufan halini anlatırken, bize yabancı ve anlaşılmaz gelen bir yanı olmasa da, ardında bir tuhaflık hissini bırakır. Her ne kadar oradaki öfkenin esas nedeni hak gaspı ve ona karşı çetin mücadele de olsa, o öfke yıkıcıdır. Homeros insana yabancı olmayan bir dünyanın hazin ve mutlu hatıralarını aktarırken, tarafsız bir aktarıcı olarak o çağın öfkesi karşısında ne hayranlığını, ne de şaşkınlığını saklamamıştır. Ama yine de oradaki öfke bize pek çok yönüyle tekinsiz ve yer yer anlaşılmaz bir hiddet gibi geliyor.
Her ne kadar öfke ve gurur, nefret ve kibir insana ait olsa da, “o kadarı fazladır” diyebiliyor insan. Varlığının her zerresini yerle bir edecek kadar bir öfkenin taşıyıcısı olmak tarihin ‘kahramanı’ için de kolay olmasa gerek. Kader ve keder arasında gözlerindeki dehşet verici parlaklığın esas gerçekliklerini yansıtmadığını görürüz. Çünkü öfke anındaki parlak görünürlük ve katıksız sertlik, ölüm ve yaşamı aynı oranda içinde barındırır. Kahramanın iniş ve çıkışları, gururlu benliğin parlaklığı, harareti, öfkesiyle yayıldığını biliyordu. Onun için Homeros’un destanları çağının dünyasında aşkındı, bütün dünyayı aydınlatan, dünya benzeri bir güneşti, ama yine de karanlığı yok edemedi.
Onun kulaklarına ulaşanlar ürkütücüydü. O salt masalın mitine meraklı biri değildi, öfke ve savaşların aktarımlarına önderlik ediyordu. Yaratığı kahramanların şaha kalkmış öfkelerini Tanrı katında olanların kulaklarına fısıldadı, insanlık için ibret olsun diye tarihe not düştü, ama göktekiler buna “yazgı” dedi ve yerdekiler buna itaat ettiler. O günden sonra öfke ve savaş dâhil her şey evcilleşti. Oysa Homeros için bunu göklere havale etmek büyük bir gazaptan kaçmanın tek yoluydu, ama asla tam olarak kaçamadı ve her öfke yeni bir ‘kahramanlık’ destanına dönüştü. Böylece, “eklemin sıfır noktasında” öfke mirası kaldı geride. O mirasın bir devamı olarak bugün her zamankinden daha fazla öfkeyle dolu toplumlarla karşı karşıyayız.
Eğer tarihteki öfke evcilleştirilmesi bugünkü şiddet olgusunu doğurmuşsa, bunun yegâne sorumlusu çağımızın devlet (yerdeki ilahlar) eksenli yönetsel kurgusudur. Bu paradoksal bağlamın teyidi niteliğini taşıyan Fukuyama’nın “tarihin sonu” hakkındaki savlarına bakmak kâfidir. Bugün geriye kalan esas şey, artık öfke üretme vaadini sunmaya hâsıl olan sorunlardır. Bunun en göze çarpan örneği ise salt yıkıcılık üzerinden kendini inşa eden ırkçı ve mezhepçi rejimlerin yönetim şeklileridir. Bu ırkçı ideolojilerin esas besin kaynağı ise, “öteki” üzerinde oluşturduğu öfke ve onun nefrete dönüşen haldir. Bugün hem küresel, hem de bölgesel olarak rejimlerin gazap sermayesi öfkenin evcilleştirme çabasının dışında başka bir şey değildir. İster felsefik akımlardan etkilenen düşün dünyasının etki merkezi olsun, ister dinler, inançlar ve kabile ahlaki buyruğu olsun, öfke tamamen olumsuz ve tehlikeli bir olgu/duygu olarak görülür. Özellikle, bir algı biçimi olarak, önyargılı ve yanlış bilginin aktarımı toplumsal bağlamda problemlerin büyük bir sebebi olduğu biliniyor.
Özellikle bilgi toplumu olarak tanımlanan modern çağ toplumlarının bunu karşılıklı çatışmaların ani tetikleyicisi olarak işlevselleştirdiği bir mekanizmadır. Çünkü toplumsal bilgilerin aktarımı birden fazla aşamada gerçekleşir. Bu aşamalardaki herhangi birindeki bir boşluğun büyük toplumsal olaylara neden olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut siyaset kurumunun yürüttüğü algı yönetimi tümüyle kamplaşma öfkesi üzerinden kurulmuş ve kendi çıkarı için öfke olgusunu “sistemik bir siyasi dolandırıcılık” hikâyesi haline getirmiştir. Onun için siyasetin revanjist “intikam” enerjisi normatif kurum üzerinden rasyonalize edilemezse, daha büyük felaketlerden sakınmanın pek mümkün olmayacağı gün gibi aşikârdır. Modern çağın başarısızlığının en bariz beşeri hikâyesi budur. Yaşanan zulmün ve baskıların makul ve meşru görülmesi devam eden çatışmaların sürekliliğine dayanak sunmaktadır. Oysa çatışmaların ortaya çıkardığı felaket, milyonların yüreğinde derin bir acıya ve büyük bir öfkeye dönüşmüştür. Bütün insanlığa zarar veren bu dünya fotoğrafına iyi bakılmazsa karşılıklı olarak öfkelerin daha da büyüyeceği kuvvetle muhtemeldir.
Öfkeden nefrete ve oradan şiddete dönüşen bu çarkı ancak ciddi bir barışseverlik beyanı ve duruşu geriletebilir. Hayatı bir cendereye çeviren bu ırkçı ve militarist erkin esas amacı öfke ve nefret üzerinden kamplaşmalar yaratıp ve şiddeti toplumsal hayatta hâkim kılmaktır. Öfkeye, öfkeyle cevap vermek oyun kurucunun hileli oyuna dâhil olma anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Lakin insanın insan eliyle öldürülme biçimi tarihin en korkunç eylemi olduğu kadar bütün insanlık için de “onur kırıcı” bir durumdur. Bugün bu topraklar başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde insan insanın canına kıyıyor ve hatta bunu yaparken beşeri ahlakı zorlayan bir şekilde hazzın gazabına daldığına tanıklık ediyoruz. Öfkenin yıkıma olan açlığı Azrail’in ölüme olan hevesi gibidir ve esas emeli bütün evreni bir mezarlığa çevirmektir. Buradaki mezara dair “Atlas Vazgeçti” romanının yazarı Aliasha Rosenbaum’un (Ayn Rand) babası, kızı Rusya’dan ayrılırken söylediği rivayet edilen nasihate kulak vermekte yarar var. Karşısında: “Sana orada Rusya’yı sorarlarsa, hepimizin yavaşça öldüğü büyük bir mezarlık olduğunu söyle”, demiş. Bu nasihatin üzerinden 90 yılık bir zaman geçmiş olmamasına rağmen, bugün yaşadığımız hakikatle ne kadar örtüştüğüne tanıklık etmek oldukça öfke uyandırıcıdır. Onun için insanlığa mezarlık bir dünya dayatanların 20. yüzyılın aşırılık yanlılarına benzemesine gerek yok, çünkü öfke ve şiddetin evcilleştirirmiş haliyle karşı karşıyayız.
Tarihten bugüne değin ezenin ezilen üzerindeki şiddet ve öfke nöbetleri kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Modern toplumların öfke besini her gün daha da arttığı için herkes kendi özgün tarihini bir efsaneye dayandırarak bütün “diğerlerinin” varlığına karşı öfke ağları örüyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum tam da Baba Rosenbaum’un mezarlık metaforu ile birebir aynıdır. Mezopotamya’dan hepimizin ölümle itham edildiği bu mezarlığa dehşetle bakıyoruz. Onun için bizler dün olduğu gibi bugün de öfkeliyiz, çünkü üzerimizde düne ait yarınların izleri duruyor. Dün öfkeliydik çünkü evvelki günün yarınların altında eski yaraların yası vardı. Her dokunuşta içimize kanlar akıyor ve her deprenişte çağlayanlara dönüşüyor, öfkeyle kan iç içe. Ağır çekim bir felaketin eşiğindeyiz ve her gece bastığında, her seferinde bir sonraki sonun acısını yaşıyoruz. Ama sonu olamayan bir son! Bütün kapıları cüzzam vadilerine açılan meşkûk bir öfkeye doğru kulaç atıyoruz. Evet, bugün dünden daha çok öfkeliyiz ama bu öfkenin patlamasına izin vermeyeceğiz. Onu süreklilik arz eden bir mücadele hattına kanalize ediyoruz. Buradaki öfkenin birikmiş hali ne salt tarihsel acıların aktarımı, ne de mevcut siyasi güçlerin baskısı ve yıkımların sonucudur, travmaya dönüşmüş toplumsal tin ve ruhun tam kendisidir.
Bunun hammaddesi, hak ve adaletten mahrum bırakılmış ezilenlerin ıskalanmış onurudur. Karşı tarafın hezeyan ve öfke patlamasının yıkıcılığın sonucunda parçalanmış bireylerin hazin hikâyelerin dışavurumudur içimizdeki öfke. Bununla baş etmenin tek yolu öfke ve nefretin hammaddesini kontrol altına alma istencini büyütmek ve içimizdeki ebedi barış tâkâtını güçlü kılmaktan geçtiğini nefsimizi açlıkla terbiye ederek idrak ediyoruz. Biriken öfkeyi onurlu bir yaşam için politik bir güç haline dönüştürme gayemizin tek sebebi öfke patlamalarının önüne geçmektir. Bütün ölümcül darbe ve köhneleşmiş kinlerine rağmen esas beyanımız halklar arası öfkenin büyümesine izin vermemektir. Öfkeliyiz, çünkü katıksız şiddetle üzerimize geliyorlar ve kolektif bir sefaleti dayatarak kültürel belleklerimize ket vurmak istiyorlar. Öfkeliyiz, çünkü her geçen gün benlik bilincimizin kaybı için denekler yapıyorlar, içine sıkıştırıldığımız dünyanın çemberini daraltıyorlar, vahşi ve yabancı bir öfkeye yönetilmeye zorluyorlar. Öfkeliyiz, çünkü dilimiz, dinimiz, inancımız, imanımız, adımız, soyumuz, köyümüz, şehrimiz, yasımız, sevincimiz, evimiz, barkımız, ölümüz, dirimiz, hayat ve aşkımız yavaşça bir mezarlık tekinsizliğine dönüşüyor, ama buna izin vermeyeceğiz ve ölümlere karşı Leyla’ların aşkına yürüyeceğiz.