Tutulduğu tecrit koşullarına karşı bugün açlık grevleri yapılan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, uluslararası güçler eliyle 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilişinin üzerinden 20 yıl geçti. Öcalan’ın avukatlarından Mahmut Şakar, öncesi ve sonrasıyla 20 yılda yaşananları değerlendirdi.
98 gündür açlık grevinde olan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve aynı zamanda HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’e göre, bugün Türkiye’nin yaşadığı ve her geçen zaman diliminde daha da derinleşen siyasal, toplumsal, ekonomik, ekolojik tüm krizlerin temel nedeni, PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit. Ülkede yaklaşık 2 yıllık bir zaman diliminde esen, toplumun tüm kesimlerini rahatlatan ‘Çözüm Süreci’ rüzgarının, iktidarı kaybetme riskini beraberinde getirdiğinin 7 Haziran seçim sonuçlarında görüldüğü gibi AKP Hükümeti tarafından anlaşılmasıyla birlikte Nisan 2015’ten itibaren sonlandırılan sürecin yerini, kentlerin yakılıp yıkıldığı bir savaş politikası izledi.
İzlenen bu savaş politikasının bir zamanlar MİT Başkanı ve üst düzey devlet heyetlerinin gönderildiği İmralı’daki yansıması ise, çözüm süreci öncesinden de daha katı hale getirilen bir tecrit politikası oldu. Doğrudan kendisinin maruz kaldığı bir yıla yakın haksız tutuklululuk koşulları içerisinde, tecride karşı açlık grevine giren Güven’i, cezaevlerindeki 300’e yakın tutuklu takip etti.
Milletvekili seçilmesine rağmen tahliye edilmeyen Güven, başlattığı açlık grevinin yarattığı etkiyi hükümet görmezden gelme tutumunu hali hazırda sürdürse de, çıkmadığı duruşmada tahliye edilmek zorunda kalındı.
Leyla Güven’in sürdürdüğü eyleminin 100’üncü gününe denk gelen 15 Şubat tarihi ise, aynı zamanda Öcalan’ın 1999 yılında Kenya’nın başkenti Nairobi’de Türkiye’ye teslim edilip, İmralı’ya getirildiği gün. Bu tarihi rastlantı ile Leyla Güven’in üzerindeki tecridin kalmasını için açlık grevine girdiği Öcalan’ın İmralı Adası’nda bulunan Yüksek Güvenlikli F Tipi Kapalı Cezaevi’ne getirilmesinin üzerinden 20 yıl geçti. Kürt sorununu çözüme kavuşturma hedefiyle verdiği mücadelede karşılaştığı engeller ve müdahaleler nedeniyle 1993 yılından 1998’e kadar olan süreci “Siyah komplo” olarak değerlendiren Öcalan, İmralı’ya getirilmesi sonrası AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana olan süreci ise “Yeşil komplo” olarak tanımlıyor.
Bu politika ile tüm barış çabaları boşa düşürülen Öcalan’ın avukatlarından Mahmut Şakar, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi süreci ile birlikte geçen bu 20 yılda maruz kaldığı tecrit koşulları ve sürdürdüğü barış çabalarına dair Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Sadiye Eser’in sorularını yanıtladı.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük uluslararası yönelimin Suriye’den çıkarılması ile başladığını söyleyebilir miyiz?
Evet. Bilindiği gibi bu süreci tetikleyen Türk devleti olmakla birlikte, süreç ABD’nin koordinesinde NATO desteği ile Mısır ve İran gibi devletlerin arabuluculuğunda gerçekleşiyor. Öncesinde Washington anlaşmasıyla da güneyli güçlerin dahli söz konusu. Yani daha işin başında küresel ve bölgesel güçlerin içinde yer aldığı plan ve güç birliği bulunuyor. Olayın bu niteliğini Sayın Öcalan daha ilk anda fark ediyor.
Öcalan, etrafından kurulan kuşatma doğrultusunda Suriye’den çıkarken neden Avrupa’yı tercih etti?
Önünde iki seçenek olduğunu ifade ediyordu. Ya dağa gidecekti ya da Avrupa’ya. Dağa, gerilla alanına gitmek, şiddeti bu alanların üzerine çekmek anlamına gelecekti. Bir imhayla karşılaşma durumu olabilirdi. Ama Avrupa’yı tercih etmesinin esas nedeni Kürt meselesine demokratik ve barışçıl çözümün yolunu açmaktı.
Hem komplonun amaçlanan sonuçlarına ulaşmasını engelleme hem de Avrupa’nın da desteği ve katılımıyla bir çözüm kapısını açmak istedi. Zaten Suriye’den çıktıktan sonra kendini ifade edebildiği ilk anlarda barışçıl çözüme dair görüş ve önerilerini dile getirmiştir.
Türkiye’ye teslim edilmesi öncesinde Öcalan’ın Kürt sorununun barışçıl yollar ile çözülmesine dönük çabaları devlet cephesinde nasıl karşılık buldu?
‘Kürt meselesi’ denilen olgunun ardında iki yüzyılı aşan bir tarihsel arka plan söz konusu. İmha ve inkar karşısında isyan ve direniş ikilemi, bu tarihin ana dinamikleri olmuştur. Zaten PKK’nin çıkışı da bu tarihsel bağlamın bir sonucudur. PKK’nin inkar ve imha siyasetine karşı zorunlu olarak silahlı direnişi tercih ettiğini, farklı olanakların var olmadığını Sayın Öcalan sürekli vurguladı. Dolayısıyla fırsatını bulduğunda barışçıl ve demokratik yolu açmak, her zaman için tercihi oldu.
Bunun ilk adımı, 1993 ateşkes sürecidir. Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde, Talabani’nin de arabuluculuğu ile ilk ateşkes tecrübesi yaşandı. Ancak Türk devletinin hakim kanadı, hem kendi içinde ateşkes ve barışçıl çözüme yatkın olan askerleri ve Özal’ı katlederek bir iç tasfiyeye girişti hem de çeteci bazı kesimlerin provakatif eylemlerini organize etti. Ateşkes sürecinin yerini Kürdistan coğrafyasında katliamlar ve yıkımı esas alan bir düşük yoğunluklu savaş aldı. Bence 1995 ateşkesi de aynı bağlamdan dolayı etkili olamadı. 97’e gelindiğinde, Susurluk ile açığa çıkan çeteleşmiş devlet gerçeği, savaş sürecinin bir yansıması/sonucu olarak açığa çıktı. Yetkililerin, ‘devlet raydan çıktı’ dedikleri bir süreç idi. 98 ateşkes süreci de aslında bu yeni durum üzerine inşa edildi. İç savaşın raydan çıkardığı, çeteleştirdikleri devleti yeniden kendi zeminine yerleştirmek adına görüşme ve ateşkes talebi devletten gelmiştir.
O döneme dair arabulucuların açıklamaları ve bazı metinler hatırlardadır. Ancak uluslararası komplo, devletle yürütülen görüşme süreci içerisinde kendini adım adım örmüştür. Hatta 15 Şubat 1999’a gelindiğinde bile bu ateşkes devam ediyordu. Toplamda tüm bu süreçlerde Sayın Öcalan’ın ve PKK’nin tüm çabalarına rağmen devletin geleneksel inkarcı eğiliminin şiddette ısrarının sonucu olarak ateşkes ve barış çabaları niteliksel bir noktaya gelmeden sonlandırılmıştır.
Her ateşkes deneyiminin başarısızlığı aslında daha büyük bir şiddetin önünü açmıştır. Bu olguya bakıldığında ateşkes süreçlerini devletin kendisini savaşa hazırlama süreçleri olarak gördüğü anlaşılacaktır.
Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi sonrasında AKP kurulup, 2002 yılında iktidara geldi ve hala da tek başına iktidarda. Öcalan İmralı’da tutulup AKP’nin iktidarda olduğu bu süreci “Yeşil komplo” olarak tanımlıyor. Bu süreçte neler yaşandı?
Burada belki öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor. Sayın Öcalan’ın 9 Ekim 98’de Suriye’yi terk etmesiyle başlayan ve 15 Şubat’ta Türkiye’ye kaçırılmasıyla sonuçlanan uluslararası komplo kendisinden önceki süreçlerden daha farklı bir duruma karşılık gelir.
Sayın Öcalan şahsında Kürt halkının tüm kazanımlarını yok etmek isteyen küresel ve bölgesel güçlerin de desteğiyle yapılan bir hamledir. Sayın Öcalan bu komploya yeni bir paradigma ile yanıt verir. Barışçıl yolu önceleyen, demokratik cumhuriyet teziyle ortak yaşamı, Kürt halkının da demokratik haklarını içerecek bir şekilde formüle eder. Bu süreç tek yanlı bir süreç olmamıştır. Aksine toplumda bir karşılık yaratabilmiştir. Ayrıca Türkiye ile Avrupa arasında ilişkilerin gelişmesine de yol açmıştır. Esasında AKP’yi iktidara getiren süreç, Sayın Öcalan’ın komploya karşı verdiği yanıtın yol açtığı toplumsal ve politik değişimlerin sonucu mümkün olmuştur. Bu nedenle AKP iktidara geldiğinde Sayın Öcalan’ın o dönem başbakan olan Abdullah Gül’e mektup yazarak, görüşlerini yazmış ve AKP’nin adım atmaması halinde bu sürecin devam edemeyeceğini ifade etmiştir.
AKP, iktidarının ilk zamanlarında ‘hükümet oldukları ancak iktidar olamadıkları’ şeklinde bir söylemle Öcalan üzerindeki tecridin devamını sağlamış ve herhangi yapısal bir adım atmaya yanaşmamıştır.
Sonraki yıllarda ne tür adımlar atıldı?
Sonrasında ise, AKP devlet içine yerleştikçe İmralı sistemini kendilerine göre yeniden biçimlendirmişlerdir. ‘Öcalan Yasaları’ adını verdiğimiz özel yasal düzenlemelerin tümü AKP ve Cemaat aklının eseridir. İmralı sistemine kendilerince yasallık kazandırarak hukuki bir renge kavuşturduklarını, Olağanüstü Hal rejimi olarak inşa edilmiş olan İmralı sistemini bu düzenlemelerle olağan sistem içine çekerek, istisnai düzenlemeye son verdiklerini iddia edeceklerdir. AKP’nin sistem içine yerleşmekle İmralı sistemini/tecridi derinleştirme süreci birlikte yürüyen olgulardır. Cemaatin en çok etkin olduğu süreçte avukat görüşleri tamamen kesilmiştir. AKP bunu devam ettirmiştir.
Bu sistemin inşasından öğrendiklerini ise, 20 Temmuz 2016 sonrası tüm ülkeye uygulamışlardır.
Peki tüm bu süreçte Öcalan İmralı’da nasıl bir politika izleyip, bu yönde tutum sergiledi?
Sayın Öcalan’ın İmralı’daki tarihinin bir tarafı olağanüstü bir baskı rejimi altında tecrit ve işkenceye dayalı bir yaşam ise, diğer tarafı buna karşılık yarattığı bir direniş dilidir. Bu elbette öncelikle muazzam bir iradenin varlığıyla yürüyen bir direniştir ve bunun yanında düşünsel, felsefi yanı ağır basan bir direniştir.
Komploya karşı aldığı tutum, Öcalan’ın stratejik dehasının görünür/belirleyici olduğu tarihsel anlardan biridir. Komployla birlikte gelişecek şiddet deryasına kapı aralamayan, barışçıl dinamiklere seslenen, savaş ve şiddetin toplumsal/politik zeminini ortadan kaldıran, halklar için yeni bir siyasal gelecek fırsatı sunan paradigmasıyla Öcalan aynı zamanda bir direniş dili ve biçimi olarak farklı bir siyaset yapma örneğini sunmuştur. Dolayısıyla Oslo süreci ve ardından çözüm sürecini yaratan arka plan, bahsettiğim ve ‘Yol Haritası’na da damgasını vuran paradigmatik yaklaşımıdır.
Çabası bununla sınırlı değil tabi ki, güncel gelişmelere dair çözümlemeleri, barış deklarasyonları, gelecek öngörüleriyle kendisini İmralı’da barış teminatı haline getirmiştir. Öcalan, barış ve demokratik konusunda hep samimi yaklaşmıştır. Özellikle 2013-2015 arası müzakere sürecinde barış sürecini koordine edişi, yarattığı umut demokratik dinamiklerin büyümesine yol açmıştır. Öcalan, karşı çıkan pek çok kesimin varlığına rağmen aslında müzakere sürecini demokratik Türkiye’yi şekillendirmeye doğru bir evriltmiştir. Bunu AKP ve devlet, pek çok ilerici kesimden daha iyi görmüş ve bu süreci, geleneksel devlet siyaseti ile siyasal İslamcı dinamiğin ittifakıyla kesmeye çalışmıştır. Bu aslında sadece AKP’ye mal edilemeyecek bir yaklaşımdır.
Bugün ülkeyi yöneten koalisyon, ülkenin demokratikleşme ihtimalini ortadan kaldırma ve Kürdistan’ı da yeniden sömürgeleştirmede uzlaşarak barış ve demokratik diyalog süreçlerini bertaraf etmişlerdir.
İmralı Adası’na konulduğu günden bu yana Öcalan üzerinde uygulandığı belirtilen tecrit, neyi içeriyor, nasıl uygulanıyor?
Türkiye, bugün olduğu gibi dün de demokratik bir hukuk devleti değildi, hiç de olmadı zaten. Ancak içeriğinden bağımsız olarak bir kurallar sistematiği kaba da olsa mevcut idi. İmralı sistemi, idari ve hukuki olarak, bu verili sistemin dışında özel olarak inşa edilmiştir. Mekan olarak bir adanın seçilmiş olması (ki bu ada Menderes ve iki arkadaşının idam edildiği adadır) zaten bu özel ve istisnai sistemin inşasına elverişli olmasındandır. Yalıtılması, genel sistemden ayrı tutulması, göz önünden ırak tutulması karasal bir mekana göre görece büyük kolaylıklar sağlamaktadır. İmralı Adası, 5 Şubat gününden itibaren hazırlanmaya başlanmış, Sayın Öcalan’ın kaçırılmasından sonra da adım adım bir “tecrit adası” olarak inşasına devam edilmiştir. Dönemin en ileri tekniği, güvenlik sistemi ile donatılmıştır. Özel bir idari rejim ile yönetilmiştir. Belirleyici tek yasa, siyasi iradenin yaklaşımları ve keyfiyet olmuştur.
Bugün tüm ülkeye hakim olan keyfi ve otoriter yönetim modeli, önce mikro düzeyde İmralı’da uygulanmış yönetim modelidir. Öcalan bazen burayı bir ‘tabutluk’ bazen de ‘kuyu içinde olmak’la tanımlamıştır. Zaten 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Öcalan’ın durumunu tarif ederken, ‘onu her gün öldürüyoruz’ diyordu.
Zaman zaman avukatların görüşmesi, Öcalan’ın barış ve çözüm çağrıları yapabilmesi hatta müzakere heyetleriyle görüşmesi çoğu kez tecridin olmadığı, durumunun iyi olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Fakat İmralı’da baştan beri işleyen/kurulan bir diyalektiğin varlığı çoğunlukla göz ardı edilmektedir. Öcalan’ın orada tutulması, nasıl bir bireyin tutsaklığı olarak değerlendirilemezse, yani onun şahsında bir halka reva görülen bir yönetim modeli ortaya konuluyorsa, Kürtler için toplumsal bir cezalandırma yolu olarak kullanılıyorsa, aynı zamanda onun temsil ettiği siyasal dinamiklerin varlığı ve halkının/halkların desteği de bir o kadar İmralı sınırlarını zorlayan etkenler olmaktadır. Görüşmeleri mümkün kılan da zaten bu zorlayıcılık potansiyelidir. Öcalan’ın İmralı’da özel bir sistem içinde tutulması da, bu sistemin zaman zaman esnemesi gerçeği de onun tarihsel-toplumsal kişiliği ve temsil kabiliyetiyle ilgilidir.
Bugün, Öcalan üzerindeki bu tecridin kalkması talebiyle hem Leyla Güven hem de cezaevindeki tutuklular açlık grevinde. Hükümet, yasal bir hakkın kullanımı konusundaki talebe neden yanıt vermeye yanaşmıyor?
Komplonun ve Sayın Öcalan’ın esaretinin 20’nci yılına giriyoruz. Tecridin ve İmralı sisteminin bazı özelliklerini anlatmaya çalıştım. Asıl sorulması gereken sorulardan biri de, İmralı sistemine ve ağır tecride karşı Kürtler dışında neden ciddi bir tepkinin gelmediğidir.
Öcalan’a uygulanan tecrit çoklukla meşru ve kabul edilebilir olarak sunulmuştur. Mesela Avrupa’nın yaptığı/yaklaşımı budur. Öcalan’ın bir birey olarak İmralı’da yaşadıkları ile Kürt halkının realitesinin ayrı olduğu propagandası aslında hem Öcalan’ın esareti hem de Kürt halkının statüsüzlüğünü beslemiştir. Öcalan, Kürt halkının temsilcisi, iradesi olduğu için onun tecridi göz ardı edilmiştir. Kürt meselesindeki inkarcı, ayrımcı, ırkçı tüm eğilimler kendisini Öcalan’a karşı tepkide, tecridinin normalleştirilmesinde, haklılaştırılmasında bulmuştur. Bu ikiliğin kendisi zaman zaman özellikle legal demokratik siyaseti pasifize eden, dinamiklerini sistem içine akıtan bir etkiye yol açmıştır. Oysa bugün Öcalan tecridine karşı sessizliğin Kürt halkının kolonyal pozisyonunu beslediği daha iyi anlaşılmaktadır.
Tecridin varlığı ile savaşın devamı olgusu iç içedir. Cizre bodrumlarıyla Efrin etnik temizliği, tecridi ağırlaştıran siyasetin parçası ve sonuçlarıdır. Tecridi kırmak, otoriter gidişatı frenler, Kürdistan’ın Kuzey ve Rojava parçalarına yönelik imha saldırılarını etkisiz kılar, demokratik güçlerin büyümesine olanak sunar. Leyla Güven’in direnişin startını vermesi, bence bu gerçeği çok açık görmesinden kaynaklı. Halkımızın gerçek gündemlerine odaklanmıştır çünkü. Onun direnişini bu kadar yaygınlaştıran ve anlamlı kılan da, neye karşı isek tümünü bu direniş içinde bulabilmemizdir. Tecride karşı olmak, karşı olduğumuz diğer tüm kötülüklere karşı da bir cevap vermemiz anlamına geliyor.
Bazı direnişlerin başarısı veya sonucu hükümetin vereceği cevaba bağlı değildir. Hükümetin neden cevap vermediği açık ancak bu direniş şimdiden muazzam bir alan açmış, umut vermiş ve sistemi zayıflatmıştır. Eğer geliştirilir ve daha geniş kesimlerin katılımı sağlanırsa, biçimleri de zenginleştirilirse hükümetin ve ardındaki koalisyonun da ısrarı kırılacaktır.