Veysi Sarısözen
Yazının konusu Öcalan. Ancak güncel konumuzla ilgili bir giriş yapayım. Ekonomik kriz var ya, o konuda bu giriş.
Kapitalizm çelişkili bir yapıdır. Bu yapı sistematik kriz doğurur.
O nedenle kapitalist toplumda birtakım ekonomistlerin tartıştıkları “ekonomik model” meselesi, aslında “krizlerle nasıl baş ederiz reçeteleri”dir. Hiçbir şekilde “ekonomi politik” açısından beş paralık bir değer taşımaz. Bunlar “arızalı arabayı nasıl çalıştırırız” derdindedir.
O halde modele bakmanın anlamı yok. Arabanın modeli değiştirilmeyecek. Arızası geçici olarak giderilecek, sonra yeniden arızalanacak.
Demek ki, kapitalizmin kendisi “eski model Chevrolet”. Balata sıyırıyor, fren tutmuyor, şanzıman dağılıyor, bazan direksiyon kilitleniyor, akü boşalıyor, stop lambası köreliyor.
Siz böyle bir araba alır mısınız?
Alırsınız. Çünkü tam bir arızadan şikayet edecekseniz, “ekonomist” örneğin arabaya yeni bir buji takmakla kalmıyor, bir de öyle bir aksesuar icat ediyor ki, “vay be” diyor, koşup arabayı alıyorsunuz. Ömür “reklamlarla” böyle geçiyor.
Perinçek “yargı devletin köpeğidir” dedi ya… Ben de sistemin iktisat fakülteleri kapitalist ekonominin doktorlarıdır diyorum. Köpek ısırıyor, iktisat profesörleri de ısırığı sağaltmak için “model” üstüne model icat ediyor. Oysa haslalık sistemin kendisinde. Onar ve onar, bitiremezsin.
Reel sosyalizmin ekonomisi nasıldı?
Ekononik “model” aslında iyiydi. Ama politik sistem arızalıydı. Çünkü merkeziyetçiydi.
Merkeziyetçilik ne demek?
Az sayıda insanın ister danışma yoluyla olsun ister keyfi olsun, her şeye hakim olması demek.
Düşünün. Ekonomi tüm nüfusun meselesi. Ama bu meseleyi iktidardaki ben diyeyim yüz, siz deyin bin kişi çözüyor. Şimdi siz bu bin kişinin giderek ideallerinden uzaklaştığını, önce can güvenliği, ardından kariyer derdine düştüğünü, sonra başıma bir iş gelmesin korkusuyla titrediğini, başındaki amirin her dediğine evet demek zorunda kaldığını, giderek bu bin kişinin içinde önce masum dayanışma adına, sonra menfaat adına grupların oluştuğunu düşünün.
Ekonomi ne hale gelir?
Dış faktörleri bir yana bırakırsak, sosyalist ekonomide kriz yaratacak bilinmeyen hiçbir şey yoktur.
Her şeyden önce sosyalist ekonomide rekabet yoktur. Her sektör tekeldir. İşin bam noktası da burasıdır. Deniyor ki, rekabet olmayınca bir fabrika diğerini teknolojik olarak geçme güdüsü göstermez.
Hangi fabrika bu? Diyelim tencere fabrikası. Elbette tencere tekelini elinde tutan fabrika durup dururken, ek emek, masraf ve zaman harcayarak “daha iyi tencere” yapmaz. Nasıl olsa satılmaktadır. Gerçi bu tencere kimi zaman o kadar ağırdır ki, mutfakta kazalara neden olmaktadır. Ya da o kadar ince metalle yapılmıştır ki, kuvvetli ateşte eriyip delinmektedir. Bu durum tencere fabrikası müdürünü “ilgilendirmeyebilir.” O üretir, plan normlarını aşar, madalya kazanır, maaşı artar vs.
Sanırım meselenin bam teline dokunduk. Demek ki bu örnekte ekonomik sistem objektif nedenlerle hasta değildir, ama “insan” hastadır. Eğer sosyalizmde “kalitesiz tencere” krizi patlamışsa, bu ekonominin değil, “politik sistemin yarattığı insanın” sorunudur.
Sorunu doğuran bürokratik merkeziyetçiliğin “insanı hasta yapmasıdır.” Kapitalizmde sistem hastadır, reel sosyalizmde insan. O nedenle kapitalist sistemi istediğiniz kadar demokratikleştirin, istediğiniz kadar insanları eğitin, en iyilerini ekonominin başına getirin, hastalık sağalmaz. Unutmayalım: Bir kere kavga bitmez. Emek sermaye çelişkisi başa bela olur.
Sosyalizmde ise ekonomiyi ne kadar bilimsel yöntemlerle planlasanız da, sömürüyü yok ederek emek-sermaye çilişkisini ne kadar yok etseniz de, burada “insan” faktörü belirleyicidir.
Merkeziyetçi sosyalist sistemde halkın denetiminde olmayan “insan”, sürekli “yukarıya” bakan “insan”, önce (örneğin Stalin döneminde) can güvenliğinin derdine düşen “insan”, sonra (Hruşçov döneminde) kariyer derdine düşen “insan”, derken (Brejnev döneminde) menfaat derdine düşen “insan”, ekonomiyi “bozar”. Bozmuştur.
Brejnev’in damadı “elmas kaçaksıyıydı.” Kapitalizmde bir devlet başkanının damadı “kaçakçı” olsa, bu magazin konusu olur, sosyalizmde ise “yıkıcı” bir faktör. Merkeziyetçiliktendir.
Demek ki kapitalist toplumda “ekonomi”, sosyalist toplumda “insan” faktörü her şeyi belirliyor.
Buradan gelelim “Apo”ya. Siz şu sıralarda Öcalan acaba Demirtaş’a karşı Erdoğan’ı mı destekleyecek türünden maskaralıklara bakmak yerine, onun “insan” hakkındaki görüşlerine bakın. Çünkü bü görüşler gelecekte eğer sosyalizmi kurmaya niyet edecekseniz, size çok şey anlatıyor.
Öcalan “uzun yürüyeşe” çıkmıştır. Mao’nun birkaç yıllık uzun yürüyüşü bile “insan” eğitimine büyük bir katkı olsa da, Öcalan’ın “uzun yürüyüşü” tarihseldir. Bekaa’daki uzun ve ayakta dinleyenleri “bayıltan” “kişilik çözümlemeleri” bir yandan, elli yıldır süregiden gerilla savaşının muazzam akademik eğitimi diğer yandan “insanın” devrimden sonra değil, devrimden “önce” eğitilmesi ile ilgili muazzam öngörüyü bize anlatıyor. İnsan eğitilmeden devrim gelirse, bu, en büyük şansızlığımız olacaktır. O halde devrim bir yerde, bir “Kürdistan parçasında”, “dört parça Kürdistan’da” durmamalı, Ordadoğu’yu ve Kafkasya’yı, Balkanları, giderek dünyayı ayağa kaldırmalı. Bu nedenle “demokratik ulus”, bu genelde “demokratik konfederalizm”. Öcalan budur.
Aynı zamanda Öcalan’ın “bürokratik” olması kaçınılmaz “merkeziyetçiliğe” karşı, “klandan” başlayarak yaptığı “ademi merkeziyetçi” büyük sosyolojik analiz, bize sosyalizmde “bürokratik oligarşinin” yozlaştırıcı etkisini yok etme perspektifi veriyor. “Politik ahlaki toplumda” bütünsel insan, önce kendi mahallesinde, sonra kentinde ve ülkesinde, elindeki “ekonomi” denilen muazzam alemi, “bir hırka, bir lokmayla” yaşamaya alıştığı için halk adına, halk için ve halk tarafından yönetmeyi başaracaktır.
“Öcalan Demirtaş’tan rahatsızmış.”
Aptallara bakın. Öcalan sizin topunuzdan “rahatsız”