Sömürgeciliğin en kirli yüzüdür İnsan Hayvanat Bahçeleri. Yüzyıllar boyunca ‘vahşileri’ sergilerken hem çok eğlendiler, hem de kendilerini ‘üstün’ ve ‘şanslı’ hissettiler. Hırsızlıklarını örtmek için medeniyet örtüsüne ihtiyaçları vardı çünkü
Arif Mostarlı
Bazen, bir kitap okurken ya da internette dolanırken önümüze öyle bir sözcük çıkar ki, donup kalırız; ne düşüneceğimizi şaşırırız. Kullanıldığı dilden kendi dilimize çevirmek ise çok zordur. ‘Human Zoo’ işte o sözcüklerden biri. ‘İnsan Hayvanat Bahçesi’ gibi bir şey; ya da daha kestirmeden ‘İnsanat Bahçesi’ denebilir saçma bir şekilde. 20. yüzyılın ortalarına kadar vardı bu kavram; hatta başka bir bağlamda bugün bile var.
İşin ‘Hayvanat Bahçesi’ bölümü de hayvanlara yapılan eziyet yüzünden zaten ayrı bir iğrençlik ama bir anlığına onu geçtiğimizde, ‘Human Zoo’ daha da korkunç görünüyor değil mi?
‘Ucube’ teşhirlerinden sergilere
Hikâyenin başlangıcı 1800’lerin ortalarına kadar gidiyor. Ama aslında sömürgecilikle yaşıt denebilir. Bilinen en eski hayvanat bahçelerinden biri olan Moctezuma’da (Meksika) örneğin, cüceler, albinolar ve kamburlar da sergileniyordu. 16. yüzyılda Kardinal Hippolytus Medici de, Vatikan’da farklı ırklardan (Tatarlar, Türkler, Afrikalılar) insanlardan oluşan bir sergiye sahipti.
İlk halka açık insan sergilerinden biri, 25 Şubat 1835’te PT Barnum’un sergisiydi. ‘Ucube gösterisi’ deniliyordu bunlara o zamanlar. 1815’teki ölümüne kadar Londra ve Fransa’da sergilenen, Namaqua’lı Saartjie Baartman’ın örneği ise apayrı bir yazıda anlatılması gereken korkunç bir vakaydı. Aşırı geniş kalçalara ve çok büyük bir vajinaya sahip olmanın bedelini ağır ödemişti Saartjie.
Paranın kokusunu alınca
Daha sonraları, 1870’lerde, iş büyüdü ve sömürgeci metropollerde paranın kokusunu alan ‘organizatörler’ hızla büyük sergiler açmaya başladı. Paris, Hamburg, Londra, Milano, New York, Chicago… Birbirini ardına açılan ‘Human Zoo’ler artık popülerdi. Bir hayvan tüccarı olan Carl Hagenbeck, 1874’te işi daha da geliştirdi ve ‘vahşi’ insanları, hayvanlar ve bitkilerle birlikte “doğal ortamlarında” sunan sergiler açtı. Para su gibi akıyordu! Ama daha önemlisi, bu sergilerin “batının üstünlüğünü” göstermesiydi. Evrim teorisini de çarpıtarak sömürge uluslarından insanları ‘alt sınıf’ canlılar kategorisine yerleştiren metropol insanı, böylece çok mutlu oluyordu! Jardin d’Acclimatation’da Geoffroy de Saint-Hilaire’nin Nubyalılar ve Inuit sergisi ise bir yılda 1 milyon kişiye ulaşmıştı. O kadar çok para kazanılıyordu ki, bir ‘zenci köyü’ sergileyen 1889 Paris Dünya Fuarı’na dahil edildiler. Fuarın izleyici sayısı 28 milyon kişiydi!
1897 yazında, Belçika Kralı II. Leopold, Brüksel’in doğusunda bir insan hayvanat bahçesi kurulmasını emretti ve yaklaşık 260 Kongolu bu bahçeye taşındı. Ziyaretçi sayısı 1.3 milyondu. Bu arada Kongolulardan yedisi zatürreden öldü ama sergi devam etti. 1886’da İspanya Kraliçesi Maria Cristina, sırf bu iş için yeni bir hayvanat bahçesi kurdu. Artık organizatörler her gün yeni keşifler yapıyor, bazen Mısırlı dansöz çocuklar, bazen Filipinli yerliler sahneleniyor, seyirci tatmin edilemiyordu. Ve tabii ki kadınların cinsel teşhiri de en korkunç olanıydı.
Marsilya’daki (1906 ve 1922) ve Paris’teki (1907 ve 1931) Sömürge Sergileri’nde çıplak olarak kafeslerde sergilenen insanları 34 milyon kişi izlerken, Komünist Parti’nin protesto sergisi ise çok az ilgi çekmişti.
Human Zoo’dan Safari’ye
1906’da Kongolu pigme Ota Benga New York City’deki Bronx Hayvanat Bahçesi’nde maymunlar ve diğer hayvanlarla birlikte sergilendiğinde artık tepkiler de oluşmaya başlamıştı ama çok umursanmadı. 1904 St. Louis Dünya Fuarı’nda sergilenen bin 100’den fazla Filipinli, köpek yemek gibi tuhaf ve ‘vahşi’ olarak görülen kabile geleneklerinin performansına zorlandı. 1908 İskoç sergisinde kulübelerde yaşayan Senegalliler, 1925’teki Manchester sergisinin adı ise düpedüz “Yamyamlar” idi.
İlk akla gelenin aksine Naziler bu sergilere prim vermediler. Onlar, birkaç Afrikalı ‘vahşi’yi, Yahudiler ve komünistlerden daha tehlikeli görmüyorlardı. Çoğunu köle gibi çalıştırdılar; zaten renklerinden ötürü kaçıp saklanmaları da mümkün değildi.
Son büyük sergi 1958’de yine Belçika’daydı. Kongoluların günlerini hasır kulübelerde geçirdikleri 600 kişilik bir köy kuruldu. Seyirciler, üstlerine para ya da muz atıyorlardı.
Daha sonra dünyada gelişen ulusal kurtuluş savaşlarının da etkisiyle sömürgeciliğe tepkiler arttıkça ‘Human Zoo’ şekil değiştirdi ve bu kez ‘vahşi’leri kendi evlerinde sergileme yöntemi olarak Safari icat edildi. İlk anda çoğumuza bir av seferi gibi görünen Safari, aslında bal gibi ‘Human Zoo’ idi. Batılı turistler tarafından ‘ziyaret edilen’ yerli kabilelerin para karşılığında danslara zorlanması, onlara ne kadar ‘ilkel’ olduklarını gösteren etkinlikler yapmaları, tam da buydu.
***
Şimdi, 2022’de, tabii ki ‘vahşi’lere öyle kötü şeyler yapmıyoruz artık. Tekstil atölyelerimiz, inşaatlarımız var ve onları köle ücretleriyle çalıştırmak daha ‘medeni’ bir davranış olarak görünüyor. Fazlalıklar ise zaten denizlerde boğulup dağlarda donarak ölüyor; geriye ‘sergilenecek’ bir şey de kalmıyor!