İlk gençlik desem değil, çocuk sayılırdım gazetede o fotoğrafı gördüğümde. Sanık sandalyesinde ayağa dikilmiş, mahkeme heyetine parmağını uzatmış o adam: Deniz Gezmiş! O gün bana olanlar oldu işte… Bir insanın, o büyük, o yüce, o pek yüksek makamın karşısında dimdik durup parmağını sallaması, bunu yapmaktan korkmaması, ‘eğitim’ denilen cenderede ehlileştirilmek üzere olan benim için akıllara sığmaz bir şeydi. Bıyıklar da cabası tabii!
Zaman içerisinde bıyık bölümünde pek başarılı olamadım tamam ama işin geri kalanında naçizane elimden geleni yapmaya çalıştım; özellikle artistik hallerde! 19 Aralık’ta katledilen bir can yoldaşımın “son hareket şık olmalı” lafı, ben henüz o lafı duymamışken de prensibim oldu. İyidir öylesi; denedim biliyorum, bela yine geliyor gelmesine, dayak filan iki katına çıkıyor ama siz önceden ‘hareket çekmiş’ oluyorsunuz ya, en azından içiniz rahat ediyor.
Geçtiğimiz günlerde şu Soma madencisinin haklı olarak herkesin diline yapışıp kalan “Öyle mi alay komutanı” lafını ilk duyduğumda da aynı duyguyu yaşadım. Bir önceki hafta da HDP, yeni dönem için “Meydan Okuyoruz” diye bir slogan belirlemişti. Hayırlısı…
Gerçekten hayırlısı ama. Yani hayırlısı budur anlamında söylüyorum. Biz çünkü epeydir, ‘direniş’ kavramının kısmen edilgen anlamının içinde kilitlenmiş haldeyiz sanki. Epeydir derken epey bir epeydir, tamam iyi direniyoruz, üstümüze gelindikçe kenetleniyoruz. Hatırlarız, Gezi’nin en esprili sloganlarından biri “Allah’ını seven defansa gelsin”di ya, biz zaten defanstayız. Kendimizi de paralıyoruz eyvallah, “Top geçer adam geçmez” filan ama sonuçta top da geçiyor, adam da. Hakem de, federasyon da, hatta kale direkleri bile onlardan yana, nasıl geçmesin ki?
Bu kötü mü? Değil tabii. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi küçümsemeyi aklımın ucundan geçirmem. Elbette kötü değil bunlar. Ayaktayız. Rocky Balboa gibi yumruk manyağı olsak da düşmüyoruz, düşsek de ona kadar sayılırken yine kalkıyoruz. ‘Yorulurlar canım’ diye bekleyenler var etrafımızda, ‘hep onlara vuruyorlar, biz yırttık bu işten’ diye heveslenenler var, bazıları da “Gidecekler, yakında gidecekler” diye mutlu sonlar vadediyor durmadan… Bizimse yüzümüz gözümüz kan içinde yumruğa kafa atıyoruz.
Ama başka bir şey bu artık. “Teşhir etme” devri vardı eskiden, geçti, ‘teşhir olmamak’ gibi bir dertleri kalmadı onların. Üstelik ‘teşhir’ tersine bir etki yapar oldu; dönüp bizim insanlarımızı ürkütür oldu. Belgelemenin ne kadar mühim olduğunu düşünürdük, belgelenmekten duydukları korku da gerilerde kaldı. İpini koparmış gidiyorlar ve hakikaten kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘beka’ sorunu var ortalıkta. Bisiklet gibi bir şey yani, durunca, durdurunca düşüyorlar, düşeceklerini biliyorlar. O yüzden tam da o işlerde en pervasız bakanı mıh gibi yerinde tutuyorlar.
Daha mutedil olmak da bir işe yaramıyor, anlam ifade etmiyor. Şu kurumun başına şunu seçmese miydik, şurada şöyle demeseydik gibi lafların anlamı yok. Ne güzel dalga geçmiş dün Metin Çulhaoğlu: “Öyle bir hava yaratılıyor ki sanki bu tercih olmasaydı bugünkü rejim TTB’ye halisane niyetlerle yaklaşıp bu örgütü kendi haline bırakacak, birtakım girişimlerde hiç bulunmayacaktı… İşte, Fincancı tercihiyle bir çuval incir gene berbat olmuş, rejimin eline koz verilmişti.”
Aynen öyle. Savunma hattını geriye doğru çekmek de bir mana ifade etmiyor yani.
Cengâverlikten mi söz ediyorum? Değil. Daha doğrusu bunun yolunu bildiğimi iddia etmiyorum. Sadece madenci arkadaşımızın sözlerine biraz kulak verelim, belki oradan da bir şey öğrenebiliriz diyorum. Ve bu arada görkemli federasyonların yapamadığı işleri bir avuç insanın nasıl yapmak için kendini paraladığına dikkat çekmek istiyorum.
Yani, sonuçta “Elde olanı korumak” da “elde olan”ın gerçekten elde olup olmadığına bağlı bir şey. Ne kalmış ki elde Allah aşkına? Atatürkçüysen, Atatürk mü kalmış? Cumhuriyet delisiysen, nerede o cumhuriyet? Pek fena laiksen, hani o laiklik? Avukatsan baronu parçalıyor; tabipsen, mimarsan odana saldırıyor; işçiysen zaten zırnık hakkın yok. Son 10 yılda yasaklanmamış bir tane grev var mı bu ülkede? Kürtsen zaten ohoo, daha ne kalmış, adam senin verdiğin oyu kâğıt parçası olarak bile görmüyor, seni yok sayıyor. Bildiğin Umum Müfettişlik düzeni. Yani herhangi bir ülkede hasbelkader var olan, olması gereken normal kanalların tümü kapalı artık.
Bir tek kanal açık: Meşruiyet. Ben buradan yürüyeceğim dersen, bunun için her şeyi göze alırsan yürüyorsun. 3 kişiysen milim kımıldayamıyorsun; 300 kişiysen eh biraz pazarlık; 30 bin kişiysen yol senin, 300 bin kişiysen senden güzeli yok!
Yine o parmak işte… Dönüp dolaşıp yine oralara geliyoruz; o parmağa, o parmağın arkasındaki düşünme biçimine…
Ve o düşünme biçimi var bu topraklarda hâlâ. İyi ki de var.