Öyle ki bedenimiz büyük acı çekiyor, ruhumuz adeta kendi dramında trajedi üretiyor. Zihnimizde ise hazır ısmarlanmış bir elbise gibi incindikçe mazoşizmi bize reva görüyor ve şehrin bağımlısı haline geliyoruz
Zinar Varto
Yaşamın gerçek anlamı duygularda. Gizli duyguları yetim her insan bana göre ölü insandır, dahası mevcut kalıplar içerisinde yeni tip köleliği kendine reva gören insandır. Hakikat olanı ve görüneni değil ötesini görüp yaşamaktır. Kısacası bilineni değil, yeniyi yaratmak ve kendi hakikati ile gerçek arasında doğru olanı seçmektir. Gerçek görünendir, hakikat ise ötesidir ve hakikate ulaşmak da sanılanın aksine çok da zor değil. Zorlayan alışkanlıklardır. Dolayısıyla alışkanlıklar değişimin düşmanıdır ve alışkanlıklar insanı mıh gibi bir yere çakar. Çünkü alışkanlıklar boyunduruk gibidir bu yüzden. Kölelik tasması alışkanlıkların elindedir. Dolayısıyla olanı yaşamamak büyük bir erdemdir. Ya ‘Erdem’i seçeceğiz ya da nesneleşip sıradanlaşacağız ama ne yazık ki büyük bir çoğunluk nesne halindedir ve taş ile kendisi arasında hiçbir fark yok. Olanın sıradan çarkı ve olanın sıradan elemanı ayrıca vasıfsız, niteliksiz ruhta yoksul, zihinde dilenci gibi ne doğru dürüst sever, ne doğru dürüst paylaşır ne de buna gerek duyar. Çünkü duyguları kuru ot gibidir. Bu kurumuş duygulardan ne insan çıkar, ne yenilik ne de hakikat ve ne de örgütlülük. Ki bu yüzden bilinenin tüketicisi haline geldik. Ne kendimizi yaşayabildik, ne yaşatabildik, aksine şehrin yarış atından gayrı bizden bir şey çıkmamış ve ne yazık ki durum bu. Bir de kendimize zeki insan diyoruz. Hatta o kadar egoist davranıyoruz ki bencilliğimizin yarattığı kalıplar bizi birer kariyer basamağına dönüştürmüş. Oysa bunu ne gören, ne hisseden ne de fark eden var. İşte bir yanılgı da bu. Ve koca bir hastalık. Şehir hastalığı. Sokak sokak kirini, pasını, çöpünü, günahını, lekesini bize bulaştıra bulaştıra günün kurbanı haline getiriyor ve artık her insan günlük olarak duygularıyla, zekasıyla kirlenip böylelikle şehre kurban ediliyor. Biz hani büyük insan idik? Bu muydu? Dilenciye dönüşmek ve geldiğimiz son nokta; zihne dilenmek, duygulara dilenmek düştü. Büyük bir sefalet örneği. Romanı yazılırsa oturur ağlarız. Bilmem Sefiller’i okudunuz mu? İşte aslında şehrin kirini, pasını ve ondan arta kalan günahını muazzam yazmış sanırsınız. Cehennemi tasvir etmiş aslında. Her şehir bu anlamda bir cehennem. Yana yana büyüyoruz. Ve şehrin kucağına düşen her birimiz muma dönüştürülüyoruz. Kimin için yandığımızı da… Bilmiyoruz ve ateş bedenimizi yakıp eritiyor. Bizi ve eriyen bedenimiz olmayan bir dünyaya doğru akıtıyor. Kötülüğü görüyor musunuz?…
Bunun kefareti de ağır. Öyle ki bedenimiz büyük acı çekiyor, ruhumuz adeta kendi dramında trajedi üretiyor. Zihnimizde ise hazır ısmarlanmış bir elbise gibi incindikçe mazoşizmi bize reva görüyor ve şehrin bağımlısı haline geliyoruz. Tıpkı uyuşturucu kullanan biri gibi ne çıkabiliyoruz ne de cesaret edip dönüşebiliyoruz. Unutmamak gerekir ki doğalığını yitiren her canlı bir başka canlıya dönüşüp bağımlı hale gelir. Ve artık onsuz yaşayamaz.
İşte böylesi şehrin çeri çöpü içerisinde bize reva görülen bu gerçek. Hakikat ise o yığılmış çöplerin en diplerinde umut gibi parlayıp duruyor ve bizim ona dokunmamızı bekliyor, bizim ona gülmemizi bekliyor, bizim ona koşup sarılmamızı bekliyor. Kısacası sohbetimize, kendimize dokunmayı özlemiş daha farklı bir ifadeyle en doğal insanı özlemişiz. Ama şehrin ruhumuza, zihnimize ve bedenimize sardığı kirli ve günahkâr kefenlerden kurtulamadığımız için onun tabutunda adeta kalıplaşmış bir buz gibiyiz. Orası artık bizlere koca bir mezar ve o mezarda duygularımız, zihnimiz bize ve doğamıza ahu intizar kaldı ve ne yazık ki yitip kaybolan kendimizi bu yüzden bulamıyoruz. Dahası bulup kurtuluş sanıp içine sığındığımız beden ise çoktan bir başkasının mekânı olmuş…
Beden ile ruhumuz beden ile zihnimiz arasında yaşanan ayrılık bizi erkek dünyasının şövalyesi haline getirmiş ve ister kadın ister erkek hiç fark etmiyor, olan bu. Bu ise ölümün bir başka rengi. Ne yazık değil mi? Hep birlikte birbirimizi öldürmenin yolunu bu kötü ve günahkâr şehri icat ederek bulduk ve bu kötü ve de günahkâr şehre o kadar daldık ki onu bırakıp kendimizi soramıyoruz. Onu bırakıp ruhumuzu, zihnimizi bulamıyoruz. Onu bırakıp yok olan benliğimizi soramıyoruz. Onu bırakıp hakikat yolunda bir adım atamıyoruz. İşte en büyük kötülük bu olsa gerek.
Şehir cesaretsizliktir, şehir sevgisizliktir, şehir vicdansızlıktır ve şehir paranın esiridir ve şehir inşa edilirken binlerce kadını kurban etmiş kendine ve şehrin temelinde kadın iniltileri var. O iniltiler yüzünden her gün acı çekiyoruz ve her gün ölümü hissediyoruz ve en korkuncu her gün savaşları hissediyoruz. Her gün yoksulluk, fukaralık, adaletsizlik, eşitsizlik hissediyoruz. Daha doğrusu hakikatten kopmuş insanın insanlığını unuttuğu gün, insanın insanı sevmediği gün, insanın insanı Yusuf’un kuyusuna ittiği gün… Ama unutmamak gerekiyor ki umut da aşk gibi yüreğimize dokunup durmaktadır ve ona sarılmaktan başka çaremiz yok gibi çünkü o hakikatte gizliyiz ve oradayız. Oraya varıp kendimizi bulmalıyız ve kendi elimizden tutup kendimizi atıldığımız Yusuf’un kuyusundan çıkarmalıyız…
Çünkü o iyi insanlar, o güzel Xizirlar hep bir yerlerden bakıp gülümsüyorlar bize…