İçinde bulunduğumuz yüzyılda elektrik üretimi açısından karbon emisyonu hesaplarının, üretim maliyetlerini düşürme gayretlerinin ve sürdürülebilirlik kriterlerinin belirleyici olacağı anlaşılıyor. Güneş ve rüzgar enerjisinin dünya genelindeki elektrik üretiminin % 10’unu sağlayan nükleer santrallerin yerini alması sözkonusu ancak, geçiş için altyapı hazırlıkları zaman gerektiriyor. Oysa nükleer enerjiden çıkışın fitilini ateşleyen son olay sekiz yıl önce meydana gelen ve hala devam eden Fukuşima Nükleer Santral Kazası’ydı. Bugün ise nükleerden çıkışta en yaygın argüman iklim değişikliği şartlarında maliyetli; enerji sorunununa hızlı çözüm üretmekten uzak, atık sorunu baki, birçok risk içeren nükleer enerji ile devam edilemeyecek olması ve meselenin alternatif enerji üretimine endekslenmesi.
2018 Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre faaliyet halindeki reaktör sayısının 413’e; inşa halindeki reaktör sayısının ise ilk kez 50’nin altına düştüğü göz önüne alınırsa nükleer endüstrinin ciddi bir erozyon yaşadığı aşikar. Nitekim Avrupa’da Almanya’nın başı çektiği nükleerden çıkış kararlarını 2035’te nükleerden çıkacağını açıklayan Belçika, İsveç ve nihayet İspanya izledi. Kuşkusuz, gelişme ve kalkınma adına her yolun mübah sayıldığı yollardan geri dönmek ya da başka bir yola sapmak için de her yol mübah olmak zorunda ki, ben de bu yönde yazılar yazıyorum. Ancak şunu teslim etmek gerekir: Bu yönde atılan kalıcı olsa da ağır bir adım.
5-6 Şubat’ta Belçika’nın başkenti Brüksel’de Avrupa Parlamentosu Milletvekili Rebecca Harms ve Henrich Boll Stiftung Derneği’nin davetiyle uzmanların buluşturulduğu bir konferanstaydım. Burada edindiğim izlenim nükleerden çıkış mücadelesinde varılan noktanın bir sona değil başlangıca tekabül ettiği yönünde. Zira konferansın odağındaki her yıl yayımlanan benim de yorumlayarak sizlerle paylaştığım Dünya Nükleer Endüstri Raporu’na ait veriler, nükleer endüstrinin enerji pastasından el çektirilmesinin zaman alacağını gösteriyor. Lakin bir taraftan alternatif enerji üretim çözümlerinin oluşturulması diğer taraftan siyasi iktidarların nükleer reaktörlerin söküm maliyetlerinden kaçınmak için reaktörlerin işletim lisans sürelerini uzatarak ertelemelerde bulunması esasen bir nükleer felaketin daha yaşanması ihtimallerini içinde barındırıyor.
Misal, Belçika’da elektriğinin %60’ını sağlamak amacıyla kurulmuş olan toplam 7 reaktörden aktif durumdaki iki reaktörün lisanslarının uzatılmış olması her an nükleer felaket olabileceği endişesini hissettirmekte. Zira ülkenin doğusunda Almanya sınırına komşu Tihange 2 reaktörünün basınç kabında tespit edilen mikroskobik çatlaklarla Tihange’deki aynı Westinghouse teknolojisinin kullanıldığı Doel 3’ün taşıdığı potansiyel tehlike bu endişelerin temelinde yer alıyor. Bu nedenle Brüksel’deki koferansın ardından 10 ve 11 şubat günlerinde bahsettiğim reaktörlerin bulunduğu bölgelere ziyaret yaparak yerel dayanışma gruplarından bilgi almak suretiyle biraz nabız tutmaya çalıştım. Zira yerel yönetimler,Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından tayin edilen 30 kilometre mesafedeki alanda iyot hapı dağıtılması uygulamasını 60 kilometre içindeki tüm nüfusu kapsayacak şekilde genişletti. Kaygılı sivil toplum 2017 yılında Hollanda ve Almanya sınır komşularından da katılımla 50 bin kişinin oluştruduğu 90 kilometrelik bir insan zinciriyle Tihange ve Doel nükleer tesislerinde aktif olan bu reaktörlerin kapatılmasını talep etmişti. Fakat, Belçika Hükümetinin 2035 yılını nükleerden çıkış tarihi ilan etmesiyle bu nükleer santrallerin bugün kapalı olan birer reaktörü daha devreye alınacak ve bu reaktörler 16 yıl daha çalıştırılacak.
Antwerp Limanı’na komşu olan Doel 3 reaktörü olası bir Çernobil veya Fukuşima benzeri kaza neticesinde katmerli bir ekolojik felakete yol açabilir. Nükleer felaketlerin baş sorumlusu nükleer lobinin anlayacağı dilden söylersem böyle bir olay dünya ticaretinin durmasına ve kapitalist birikimin büyük zarar görmesine neden olur. Zira dünya geneline satılan petrolün sevkiyatı da buradan yapılıyor. 1990’ların başında Doel köyü dahil toplam 25 köyü yutmuş olan devasa endüstriyel limanın büyük bir ekolojik ve ekonomik kayıp yaşatacağı ortada. Sizce de karbon ayak izlerinin hesaplandığı bir dönemde yaşanabilecek fosil yakıt kirliliğinin bu kadar önemsenmemesi normal mi?
Şimdi tekrar soruyorum, nükleer enerjiden çıkış için gerçekten neyi bekliyorduk biz?