Yeni Yaşam gazetesindeki bu ilk yazım tarihin belki de en önemli siyasal seçiminin öncesine denk geldiği için “Merhaba” derken, gelecek tercihimizin Cumhurbaşkanı adayı ile partisinin görev süresini aşan, hatta gelecek yüz yıla damgasını vuracak konularda da belirleyici olacağına değineceğim. Zira mevcut siyasi iktidar nükleer santral sahibi olmak istiyor ve bunun için uluslararası güvenliği tehlikeye atan şekilde hükümetlerarası anlaşma yapmanın dünyadaki ilk örneklerini verdi. Nükleer santrallerin genel ekolojik riskleriyle ülkemizdeki projelerin konumlandığı yerlerdeki risklerin göz ardı edilmesi neticesinde, hukukun arkasından dolanılması ve OHAL imkanlarını da kullanılarak sivil toplumun sesinin kısılması ise doğal olarak #NükleercilereOyYok kampanyasını ortaya çıkardı. Ancak, siyasi iktidarın neoliberal alışkanlığını nükleer santraller gibi uluslarası standartlara uygunluk gerektiren süreçlerde sürdürmesi nükleer risk koşullarını arttırırken, nükleer santralleri de siyasi güç değil yük haline getirebilir.
Nükleer santrallerin ortaya çıktığı zaman ve uzamın ötesinde tüm dünya için sürekli tehdit oluşturduğu en çok yaşanan felaketlerle anlaşılmıştır. Nitekim otuz iki yıl önce meydana gelen Çernobil Nükleer Felaketi’nin kızıl ormanında iki gün önce çıkan yangın, yapraklara tutunan yüksek dozda radyasyonun atmosfere bir kez daha yayılmasına yol açtı ve bu olayın tekrar olmayacağının garantisi yok. Diğer taraftan birkaç gün önce Ukrayna’daki ineklerin sütünde radyoaktivite tespit edildi. Ayrıca bilim insanları gelecek on yıl içinde Çernobil kaynaklı kırk bin yeni kanser vakası olacağına dikkat çekiyor. Japonya’da ise Fukuşima Nükleer Santrali’nden okyanusa yedi yıldır her gün milyonlarca dolar harcanarak teknolojinin tüm imkanlarının seferber edilmesine rağmen önlenemeyen şekilde üç yüz ton radyoaktif su akıyor. Nükleer santral sahasındaki silolarda biriktirilen radyaoaktif suyun miktarı bir milyon tona ulaştı ve belli proseslerden geçirilerek denize boşaltılması için planlar yapılıyor. Fukuşima sonrası çocukluk çağı kanseri eskiye göre beş yüz kat arttı, kalp ve kan hastalıklarıyla psikolojik problemler de cabası. Belçika ise eskiyen nükleer reaktörlerinin soğutma kulelerindeki binlerce çatlak nedeniyle radyoaktivite yayıldığı için olası bir felakete hazırlık olarak halkına iyot hapları dağıtmak zorunda kaldı.
Bu ve benzer nedenlerle pek çok ülke nükleer santrallerin elim sonuçlarını anlayıp bunları yenilerini açmamama taahütünde bulunarak kapatırken, Türkiye ise nükleer santral kurma kararlarını devletin imkanlarını seferber ederek gerçekleştirmeye çalışıyor. Oysa neoliberalizmin nükleer enerji üretimi şartlarında nasıl facialara neden olduğunu bir yargı kararı ile dahi ortaya kondu. 2016 yılında Japonya’da Fukuşima Nükleer felaketinin meydana gelme nedenlerini ilgilendiren davada mahkeme, Japon Hükümeti ile TEPCO’nun nükleer felaketle ilgili olarak müteselsilen sorumlu olduğuna hükmetti. Esasen bu yargı kararı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) Türkiye’deki Akkuyu Nükleer Santrali’ne ilişkin 2013 yılı değerlendirme raporunu akla getiren türden. O rapor ki nükleer santrali ilgilendiren süreçlerin siyasi iktidardan özerk bir şekilde yürümesi gerektiğine dikkat çektiği için devlet sırrı gibi saklanmış, kamuoyunun erişimi ancak iki yıl sonra mümkün olmuştu.
Ancak Türkiye’de nükleer santral projelerinin siyasi iktidardan bağımsız olması bir yana bu projeler Mega Proje kapsamına alınarak Enerji Bakanlığı’na ve/veya Başbakanlığa dolayısıyla Cumhurbaşkanlığına bağlı sayılabilir. Öte yandan halihazırda finansman zorluğu çekilen nükleer santral projeleri için kamu iktisadi teşekkülü olan Elektrik Üretim A.Ş’nin (EUAS) Jersey Kanal Adaları’nda iki ayrı şirket kurması sağlandı. Böylece nükleer santral planlarının kamu kaynakları kullanılarak ve Sayıştay’ın denetimine girmeden vergiden muaf yürütülmesi sağlandı. Tüm bunlara ek olarak proje yatırım kararları alınırken bir buçuk-iki Türk Lirası civarında olan doların bugün beş Türk lirasına geldiği göz önüne alınırsa, seçimden sonra beklenen ekonomik yüke bir de bu projelerin maliyetlerindeki artışın eklenmesi söz konusu olabilir.
Pınar Demircan