31 Mart Yerel Seçimlerinden sonra siyasette bir “yumuşama” ve “normalleşme” söylemi ve tartışması başlatıldı. Ana muhalefet partisi lideri Özel bu söylemi benimsemiş görünürken, Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “seçim sonuçlarından ders çıkardık, yanlışlarımızdan arınarak normale dönüyoruz” algısı yaratarak, aslında giderek kendinden uzaklaşmaya başlayan seçmen tabanının ve siyasi muhalefetin gazını alma çabasıyla, benzer sözler etti.
Söylemler ne kadar samimi?
Diğer taraftan, başta demokratik Kürt siyaseti olmak üzere, ülkede canlı olan her muhalif grup üzerindeki baskılar daha da arttırıldı. Kavala ve Demirtaş’ın serbest bırakılmaları gerektiğine ilişkin AHİM kararlarına rağmen, Kobane Davasından adaletsiz ve kamu vicdanını yaralayan cezalar çıktı. Gezi Davası sanıkları hala içerde tutulurken, Cumhurbaşkanının yetkisini kullanmasıyla içerdeki yaşlı generaller tahliye edildiler. Grevler, işçi eylemleri gibi hak arama eylemleri hala yasaklı, mahkeme kararlarıyla görevlerine iade edilen Barış Akademisyenleri ise tekrar ihraç ediliyorlar.
İktidar Bloku “böl- yönet” stratejisini uygulamaya devam ediyor. Mahkûm edilmiş generalleri serbest bırakarak ulusalcı-Kemalist muhaliflerin ağzına bir parmak çalarken, devletin geleneksel tutumuna uygun olarak Kürt siyasetçilere en ağır cezaları veriyor. Kendisini geçmişte onları en fazla korkutan eylemlerden biri olan Gezi Direnişi ile ilgili olarak içeride tutulan başta O. Kavala olmak üzere Gezi tutsaklarına ne yapılacağı ise henüz bilinmiyor.
Anayasa’yı (Can Atalay’ın tahliye kararı üzerinden) yok sayma kavgasının önde gidenlerinden bir Yargıtay hâkiminin, göz göre göre Yargıtay Başsavcısı olarak atandığı bir ortamda hala iktidarın yumuşamasından ya da normalleşmeden bahsedilebilir mi?
“Yeni faşizm ve yargı darbesi”
Aslında şu gerçeği görmek zorundayız: Günümüzde faşizm, geçen yüzyılda olduğu gibi cuntalar ya da yaygın örgütlenmelere sahip sivil faşist milis güçlerinin örgütlediği halk hareketleri aracılığıyla değil, artık devletin meşru bir organı olan yargı eliyle inşa ediliyor. Kuşkusuz devletin seçilmemiş polis gibi güvenlik ve ordu gibi askeri organlarının faşist (hatta mafyatik) ve/veya siyasal İslamcı tarikatlar tarafından kontrol edilmesiyle de pekiştiriliyor.
Bu arada muhalefetin kafası da net değil. Zaten, alternatif bir güçlü sosyalist ideolojinin sözünü söyleyemediği bir konjonktürde, sınıf perspektifinden uzak ve devleti nasıl bir yere oturtacağını bilemeyen bir bakışın böyle gelişmeler karşılığında yetersiz kalması son derece doğal.
Nitekim muhalefetin siyasi kadroları da büyük ölçüde hem sınıf perspektifinden uzak hem de kapitalist ulus devlete ve onun ideolojisine olan bağımlılıklarından kurtulamadıkları için, ne yapacaklarını büyük ölçüde bilemez durumdalar. Diğer taraftan attıkları adımlarla, bilerek ya da bilmeden, aslında giderek zayıflayan İktidar Blokunun meşrulaştırılmasına da katkı veriyorlar.
Bu yüzden de belki analizimize, “normalin ne olduğu ya da ne olmadığı” ile başlayabilir ve bunu yaparken de sınıf perspektifini ve devlete eleştirel bakışı ihmal etmeyerek yapabiliriz.
“Normal ve normalleşme” nedir?
Normal ve normalleşme kavramları kural, ölçü veya standart gibi anlamları olan norm sözcüğünden gelir. Bunlar hem emredici bir kural hem de var olan insan davranışlarının değerlendirilmesini mümkün kılan bir ölçüdür. Böylece, “normal”, norma, yâni kurala, bir diğer deyişle ölçüye, standarda uygun anlamındadır. Bunun zıddı, yani kurala, ölçüye standarda uygun olmayan ise, “anormal” –normal olmayan- terimiyle karşılanır.
Dolayısıyla, normalleşme dediğimiz zaman, normal olmayan, yani norma, kurala, ölçüye, standarda uygun olmayan, kısaca “anormal” demek oluyor. Siyasette normalleşme ise mutlaka siyasi hayat için geçerli normlara geri dönüşü anlatıyor. Anayasalar ise normalin ana ölçütü olarak kabul ediliyorlar. Ancak 2018 Temmuzundan bu yana uygulanmakta olan son hâli, Türkiye’nin artık bir anayasa düzenine değil, siyasi iktidarın kendi varlığına göre istediği gibi davranabilmesine imkân veren bir “anormalliğe” dönüşmüş durumda. Hatta bu durumdan 31 Mart Yerel Seçim yenilgisi sonrası iktidar da şikâyetçi görünüyor. (1)
Normal aynı zamanda statükodur
Bir başka anlatımla, normal; doğal, uygun ve kalıcı olarak kabul edilen fikirleri, inançları veya tutum ve davranışları tanımlar. Bu bağlamda da, bir çeşit “doğuştan gelen ve tartışılmaz”, anlamına gelir. Çünkü normal olanı değiştirmeyiz, sorgulamayız. (2)
Yani, normal statükoyu temsil eder. Normalin karşılığında başka bir seçenek yoktur, onun karşıtı anormalleşmedir. Bu nedenle de statüko karşıtı bir bakış açısından, normal ve normalleşme kavramına getirilebilecek en önemli eleştiri onun statükoya karşı çıkmayı, sorgulamayı ve eleştirelliği, dolayısıyla de iyi yönde gelişmeyi de önlediğidir.
Ancak Türkiye’de özellikle de 2015 yılında bu yana o kadar “anormal” şey söz konusudur ki “yumuşama” ve beraberinde gelecek olan bir “normalleşme” iyi şeyler olarak algılanıyor. Hatta kendisi yüzde 80 oranında değiştirilmiş ve bir askeri darbe anayasası olan 1982 Anayasasının uygulanması bile normalleşme adımı olarak görülebiliyor.
Kime göre normal ya da anormal?
Kısaca, bu bakış açısından, Anayasaya uymamak anormal, uymaksa normal bir durumdur. Tek adam rejimi olarak da nitelenen otokratik rejim anormal ama güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye geri dönüş normaldir. Mahkemelere açıktan siyasal iktidarın talimat vermesi anormal ama yıllardır bu ülkede var olan Yargıtay 9’uncu Dairesinin işleyişi ve verdiği siyasi kararlar normaldir. Balyoz Davası hükümlülerinin içerde tutulmaları anormal, serbest bırakılmaları normal ama Kobane Kumpas ve Gezi Kumpas Davalarının sanıklarının görülmemiş ağırlıkla cezalara çarptırılmaları normal ama serbest bıkılmaları anormaldir.
Kısaca, kimine göre normal olan bir şey, kimine göre anormal olabiliyor. Sosyal sınıflara, kimliklere, inançlara ve cinsiyet eşitsizliklerine göre derin bir biçimde bölünmüş ve kutuplaştırılmış kapitalist toplumlarda bu farklılık da normal kabul edilebilir.
Kutuplaştırmaya son vermek normalleşmedir
İktidar Bloku, özellikle de son 10 yıldır, toplumu ayrıştırmak ve kutuplaştırmak konusunda son derece başarılı oldu ve son yerel seçimlere kadar da bu konuda hep kazançlı çıktı.
Oysa toplumun büyük bir kesiminin yararına bir normalleşmeyi sağlayabilmek mümkündür. Bunun üstelik binlerce yıl eskilere kadar giden örnekleri de mevcuttur. Aşağıda yer verdiğimiz bazı antropolojik ve arkeolojik araştırmalar bu konuda bize yardımcı olabilir. O halde normalleşmek için öncelikle ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya son vermek gerekiyor.
Kutuplaştırma basit değil, aksine son derece tehlikeli bir olgudur. Çünkü en temel düzeyde, toplumsal amaçlar üzerinde uzlaşmaya varmayı zorlaştıran katı görüş ve düşünce farklılıkları tarafından üretilir. Her mesele çözülmez bir karşıtlık olarak kristalleştirilir: Öyle ki Beyazlar Siyahlarla, istihdam imkânları ekolojiyi koruma çabalarıyla, laikler dindarlarla, muhafazakârlar modernlerle, başörtülüler başını örtmeyenlerle, Türkler Kürtlerle, Sünniler Alevilerle ve erkekler kadınlarla karşı karşıya getirilir.
Böyle bir bölünmüşlükte, medeni bir tartışma bile imkânsız hale gelir ve şiddet kaçınılmaz göründüğünde kutuplaşma zehirli bir hal alır. Bu da halk hareketlerinin tiranlıklara dönüşmesi ve muhalif grupların kitlesel katliamlarıyla, hapislerle ya da idamlarla sonuçlanır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinde yaşanan Kahramanmaraş katliamı, daha sonraki Sivas Madımak katliamı ve 10 Ekim 2015 Gar Katliamı bunun somut örnekleridir.
Toksik kutuplaşma
Toksik (zehirli) kutuplaşma, bireysel ve toplumsal gelişimde üç faktörün ürünüdür ve bunların hepsi aslında insan toplumlarının başlangıcına kadar gidebilir. Bunlar, “kötücül bağlılıklar”, “kurumsal kıtlıklar” ve “tarihsel travmalardır”. Her bir faktör bağımsız olarak gelişir, ancak birbirlerini güçlendirerek inatçı ve şiddetli bölünmelere eğilimli bir toplum üretir.(3)
Diğer yandan, zehirli kutuplaşmalarla parçalanmış ve kurumsal kıtlıklarla boğulmuş bir gelecek yaşamaya mahkûm değiliz zira seçeneklerimiz var. Kısaca tarihe baktığımızda, insanlık tarihinin dışlamak kadar içermek için de verilen mücadelelerle dolu olduğunu görebiliriz.
Öncelikle, insan beyni katı değil, esnektir ve irademiz ve duygusal kapasitemiz travmaların üstesinden gelmek için yeterlidir. İkinci olarak, insanlar binlerce yıl boyunca değişik toplumsal örgütlenme biçimleri yarattılar ve hala da yaratıyorlar. Biri ortadan kalktığında onlarca yeni örgütlenme biçimi yaratılabilir ki bu da kurumsal kıtlığı bir sorun olmaktan çıkartır. Daha önce dışlanmış insanlar olarak sosyal adalet ve içerilme için mücadele etme konusunda oldukça zengin tarihsel deneyime sahibiz. Bunlar geçmişte bizi baskılardan kurtarabildi.
“Ben” yerine farklılıklarımızla bir arada “Biz”
Kısaca, toksik kutuplaşmayı iyi niyete dayalı bir vizyonla ele almamız ve “ben” yerine “biz” olmanın yollarını açmamız gerekiyor. “Biz” kavramı ne kadar genişletilirse toksik kutuplaştırma ve onun ölümcül sonuçları o kadar etkisiz hale getirilebilir.
Bu çerçevede normalleşme, farklı cinslerin, kültürlerin, dillerin ve etnisitelerin varlığını ve onların eşitliğe dayalı kardeşliğini kabul ederken, ırkçılığa, dini bağnazlığa, farklı ideolojilere ve inançlara olan düşmanlığa, kadın düşmanlığına ve toplumdaki LGBT+ gibi farklı kimliklere olan düşmanlığa, homofobiye son vermeyi gerekli kılar.
Normalleşme aktif bir sosyalleşmeyi gerektirir.
Bugünkü siyasal İslamcı iktidar kadınları evlerine kapatmak, insanların özellikle de hak arama mücadelelerinde bir araya gelmelerini önlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Her türden sanatsal ve kültürel faaliyetin yasaklanması, toplu mekânlara alkollü içki yasağı, alkollü içkilere getirilen fahiş vergi zamları, 1 Mayıs alanının işçilere kapatılması gibi önlemler aslında böyle bir sosyalleşmeden duyulan korkunun bir sonucu. İktidarın kontrolündeki TV kanallarındaki birbirinin benzeri dinsel içerikli programlar ve yoz eş arama, dedikodu, programları gibi programlar aslında bu amaca hizmet ettiğinden teşvik ediliyorlar: Yeter ki emekçiler gerçek gündemden kopsunlar!
İşte normal olmayan, dolayısıyla da normalleştirilmesi gereken işlerin başında bunlar geliyor: Bırakın insanlar diledikleri gibi giyinsinler, kadınlar geceleri korkmadan sokağa çıkabilsinler, gençler eğlenebilsinler.
Homosapiens dünyaya nasıl yayılabildi?
Bu konuda bize yol gösterebilecek antropolojik araştırmalar da söz konusudur. Örneğin, paleoantropolog Curtis Marean, homosapiens’i yaklaşık 70.000 yıl önce Afrika’yı terk etmeye ve dünyanın her yerini kolonileştirerek diğer mevcut hominin popülasyonlarının yerini almaya iten şeyin ne olduğuna dair araştırma ve arkeolojik kanıtların bir sentezine dayanan kapsamlı bir açıklama geliştirdi.(4)
Homosapiens, akraba olmayanlarla yüksek düzeyde işbirliği yapan tek türdür. Örneğin, ilk insanlar yiyeceklerini paylaşmış, grupta hasta olanlara bakmış ve diğer akraba olmayan gruplarla savunma ve eş bulma amacıyla işbirliği yapmıştır.
Yazara göre, bu sürecin anahtarı ‘hiperprososyallik’tir. Marean bununla akraba olmayan insanlarla işbirliği yapabilme becerisini kastediyor. Burada sanat da dâhil olmak üzere, dil ve kültürel iletişim çok önemli hale geliyor. Çünkü beynin büyüklüğü, iklim ve yeni teknolojiler tüm süreci açıklayamazken, davranışsal ve kültürel özellikler insan evrimini tanımlayabiliyor. Kültür ise en güçlü biyolojik içgüdüleri bile geçersiz kılabiliyor. Bu bağlamda toplulukların kültürlerine ve anadillerine sahip çıkmaları çok önemseniyor.
Özetle, farklı olanla tanışmanın, bir arada yaşamanın insani gelişimin önemli bir teşvik edicisi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu da, ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı esas alan ideolojilerin ileri sürdüklerinin aksine, farklılıklarımızla bir arada yaşayabileceğimizin paleontolojik bir kanıtını oluşturuyor.
Aşırı merkezileştirme anormal, demokratik yerelleştirme normal
Türkiye aşırı merkeziyetçi ve tekçi despotik bir rejim altında yönetilmeye çalışılıyor, dolayısıyla da iyi yönetilemiyor. Ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal ciddi birçok sorunun kaynaklarından biri de böyle bir yönetim tarzı. Biz bunun zararlarını Covid-19 Pandemisi ve Kahramanmaraş depremleri sırasında ağır bir biçimde gördük.
Oysa yerelleştirme ve yerinden demokrasi insan doğasına çok daha uygun. Bunun bugün olduğu kadar binlerce yıl öncesine ait çok sayıda kanıtı ve örneği mevcut. Öyle ki Asya, Afrika ve Batı Yarımküredeki başarılı erken dönem toplumlarının yapısı hakkında ortaya çıkan yeni deliller ve anlayışlar, erken toplumların otokrasi ve despotizme yöneldiği yönündeki popüler varsayımı çöpe atıyor.
Yani arkeolojinin de anlatacak değerli bir hikâyesi var: Kolektif eylem ve yerelleştirilmiş ekonomik üretim, sürdürülebilirlik ve daha geniş refah için vazgeçilemez bir reçete. Bu konuda 1300 yıl boyunca önemli bir bölgesel şehir merkezi olan Mezoamerikan şehri Monte Albán parlak bir örnek ve kamu altyapısına ve mallarına yapılan erken yatırımların daha uzun vadeli sürdürülebilirliği teşvik ettiği güçlü bir vaka çalışmasıdır. (5)
Bir başka anlatımla, Eski Mezoamerika’dan ortaya çıkan son arkeolojik deliller, bu dünyada yaşayan insanlar ve kurumlar hakkındaki yaygın inanışı tersine çeviriyor. Yakın zamana kadar, çoğu toplumun ve ilk devletlerin nasıl geliştiğine dair anlayışımız, ağırlıklı olarak Avrasya’daki kentsel toplumların yorumlarına dayanıyordu. Despotik, zorlayıcı bir yönetim olduğu kabul edildi (antik Atina ve cumhuriyetçi Roma hariç), seçkinlerin eylemlerine büyük önem atfedildi ve ekonominin temel işlevlerinin hükümdarın elinde olduğu varsayıldı.
Oysa kanıtlar bize kooperatif ve çoğulcu iktidarların en az despotik devletler kadar yaygın ve fakat onlardan daha dayanıklı olduğunu gösteriyor. Örnek olarak, sömürge öncesi Mezoamerika bu basit çerçeveye uymuyor. Ne ekonomik üretim ya da dağıtım despotik yöneticiler tarafından merkezi olarak kontrol ediliyordu ne de çok büyük nüfusa sahip toplumlarda yönetişim evrensel olarak zorlayıcıydı.(6)
İyi araştırılmış 32 Mezoamerikan şehrinin güncellenmiş ve genişletilmiş bir örneğini içeren daha sonraki bir çalışmada, yönetimlerinde hem aşağıdan yukarıya hem de kolektif olan merkezlerin daha dayanıklı olduğu ortaya çıktı. Bu şehirlerden bazılarının odak noktası olarak saraylar ve hükümdarlara ait anıtlar bulunurken, diğerleri daha ortak paylaşılan ve eşit şekilde dağıtılmış kentsel altyapı biçimlerine sahipti. Bu, apartman sitelerini, mahallelerdeki ortak terasları veya duvarları, mahalle plazalarını, tapınakları ve diğer sivil binaları ve paylaşılan yollar ve geçitler içeriyor ki bunların tümü inşaatları ve bakımları için işbirliği ve toplu emek gerektiriyordu ve daha düzenli yüz yüze etkileşimi ve periyodik halk toplantılarını kolaylaştırıyordu. (7)
Bu arkeolojik araştırma normal olanın binlerce odalı, şatafat içinde sürdürülen sarayların değil, kamusal alanların, açık iletişimin, halkın doğrudan denetimine açık yönetimlerin normal olduğunu gösteriyor.
Kolektif özyönetim ve dayanışma normal, özel mülkiyet ve rekabet anormaldir
Kolektif özyönetim patronların olmadığı, üretime katılanların temel kararları ortaklaşa aldıkları, ücretlendirme ve gelirin güce, mülkiyete veya çıktıya göre değil de, konulan çabaya ve ihtiyaca göre belirlendiği, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete tabi olduğu, ekolojinin evimiz olarak kabul edildiği, kolektif refahı beslemek için bireysel refaha, bireysel refahı beslemek içinse kolektif refaha ihtiyaç duyulduğu antikapitalist bir yaşam ve yönetim biçimidir. (8)
Böyle bir toplumda insanın ve ekolojinin hakları kadar, çocuk hakları, yaşlı ve hasta hakları da vardır. Sistem empati, sabır, saygı, eşitlik ve sosyal adalet üzerine kuruludur. Sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim hizmetleri evrenseldir ve ücretsizdir.
Kolektif özyönetim sosyal açıdan anlamlı bir çalışmadır. Herkesin özgürce konuşması, yazması, ibadet edebilmesi ve bir araya gelmesi için alan ve araç ve yine herkesin özgürce muhalefet edebilmesi için alan, araç ve hatta destek demektir. Amaç sosyal, güvenli yaşam, gerektiğinde rehabilitasyon, araç ise işbirliğidir. (9)
Kolektif özyönetim pratikleri bugün batı dünyasında olduğu gibi, Chiapas (Meksika) ve Rojava’da da (Suriye) görülüyor. Ancak bu pratiklerin yeni olmadığı yüzyıllar öncesinde de benzer uygulamaların var olduğunu arkeolojik araştırmalar ortaya çıkarıyor.
İndus Vadisi Medeniyeti
Örneğin, bir yüzyıldan uzun bir süre önce, İngiliz ve Hintli arkeologlar, İndus Vadisi’nde daha önce bilinmeyen bir medeniyetin varlığını keşfettiler. Pakistan ve Hindistan’ı birbirine bağlayan ve Afganistan’a kadar uzanan bu coğrafya da kâşiflerin ortaya çıkardığı kültür, eski Mısır ve Mezopotamya’dakilerle aynı zamanda var olmuştu ve çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Aynı zamanda şaşırtıcı derecede gelişmişti: Sofistike, karmaşık, büyük, özenle düzenlenmiş şehirler, görece varlıklı bir nüfus, yazıya, sıhhi tesisata ve banyolara, geniş ticaret bağlantılarına ve hatta standartlaştırılmış ağırlık ve ölçülere sahip bir uygarlık. (10)
1990’ların sonlarında İndus arkeologları “heterarşi” kavramını kullanmaya başladılar. Bu, şehirler de dâhil olmak üzere karmaşık siyasi organizasyonun, bir seçkinin yukarıdan aşağıya kararlarından ziyade, birçok farklı, sıralanmamış sosyal grubun etkileşimi yoluyla ortaya çıkabileceğini iddia ediyor, tahakkümün değil, işbirliğinin kolektif eylemi ürettiğini ileri sürüyor. İndus şehirlerinin inşasına birden fazla sosyal grubun katkıda bulunduğu ve içlerinde gerçekleşen ve hiçbirinin diğerine hâkim olmadığı görünen ekonomik faaliyetler artık yaygın bir şekilde tartışılıyor.
İndus Vadisi Uygarlığı, M.Ö. 2600’den M.Ö. 1900’e kadarki altın çağında, dünyanın belki de en eşitlikçi erken karmaşık toplumunu yarattı. Öyle ki bu geçmişte kentleşme ve eşitsizlik arasındaki ilişki hakkında uzun süredir devam eden varsayımlara meydan okuyor. Ana şehirleri genişti, planlıydı ve geniş konutlar da dâhil olmak üzere büyük ölçekli mimari vardı ve çevre bölgelerdeki daha küçük yerleşim birimleri benzer bir yaşam standardı ile benzer bir kültürü destekliyor gibi görünüyordu.
Antik İndus Vadisi bulgularının en çarpıcı yanı ise bir yönetici ya da seçkinler sınıfının olmayışıydı. Bu da herhangi bir karmaşık toplumun tabakalaşmış sosyal ilişkilere sahip olması gerektiğine dair uzun süredir devam eden teorik varsayıma meydan okuyor.
Yani bu kalıntılar, kolektif eylem, kentleşme ve ekonomik uzmanlaşmanın yalnızca tepeden yön verilen çok eşitsiz bir kültürde geliştiğini ve tüm toplumsal yörüngelerin ortak ve evrensel bir sonuca (devlete) doğru geliştiğini ileri süren görüşü reddediyordu. Çünkü burada, devletsiz, rahip-krallar veya tüccar oligarklar ve katı bir kast sistemi veya savaşçı sınıfı olmayan, yüzyıllarca bu şekilde kalmış gibi görünen istikrarlı, müreffeh bir uygarlık vardı.
Özetle, kanıtlara göre kentleşme, kolektif eylem ve teknolojik yenilik, dışlayıcı bir yönetici sınıfın gündemleri tarafından yönlendirilmiyor ve bunların tamamen yokluğunda gerçekleşebiliyor. Indus Vadisi, karmaşıklıktan yoksun olduğu için değil, yönetici sınıfın toplumsal karmaşıklık için bir ön koşul olmadığı için eşitlikçiydi. Bu haliyle arkeolojik kalıntılar bizleri kolektif eylem ve eşitsizlik arasındaki temel bağlantıları yeniden düşünmeye davet ediyor.
Sonuç olarak
Ülkede herkes siyasetteki normalleşmeyi durduğu yerden, sınıfsal ve siyasal konumuyla bağlantılı olarak tanımlıyor. İktidar Bloku son yenilginin üstesinden gelebilmek ve kendisini ayakta tutabilecek bir anayasa yapabilmek için yumuşama ve normalleşmeden söz ederken, muhalefet siyaset sahnesinde aktif olarak var olabilecek bir meşruiyet elde edebilmek için bu terimleri kullanıyor.
Kürtler, Aleviler ve kadınlar gibi bu ülkenin yıllardır ötekileştirilenleri bu ötekileştirmenin acılarını yok edebilmek ve kendilerine demokratik daha fazla siyaset yapma alanı bulabilmek için benimsiyor olabilirler.
Liberaller ise ülkeye yabancı sermayenin daha fazla gelebilmesi ve olası bir ödemeler dengesi krizinin önlenebilmesi için normalleştirmeyi savunuyorlar.
Ancak bu ülkede bu denli önemli kavramların gündemde kalması bile ancak bir kaç hafta ile sınırlı. Nitekim İktidarın küçük ortağı normalleştirmeyi ve yumuşamayı terörle mücadeleyi zaafa uğratacak bir tartışma olarak görüp ortağını etkiliyor.
Kısaca gerçek bir normalleştirme mevcut müesses nizam içinde yapılabilecek bir şey değil. Ülkenin normale dönmesi kendisi istikrarsız, acımasız bir sömürü ve baskı düzeni olan kapitalizmin ve onun temel sürücüsü olan ulus devletin eski kodlarına dönmesi demek değildir. Bunlar normalleşemez. Normalleşebilecek olan ancak toplumlardır, bu da toplumun demokratikleşmesiyle mümkün olabilir.
Yani emek sömürüsünün ve iş cinayetlerinin, doğa sömürüsünün ve katliamlarının, kadın cinayetlerinin, farklı etnisiteler üzerinde baskıların, kültür ve anadilinde eğitim yasağının olmadığı, yurttaşlarının gerçekten de eşit olarak kabul edildikleri, patronların olmadığı, sömürüşüz, sınıfsız, sınırsız ve devletsiz bir toplum insan doğasına uygun normal bir toplumdur.
Herkes için yeterli gıda, su, doğa, bilgi, beceri, istihdam, gelir, sanat, spor, onur, saygı, sevgi ve dayanışmanın olduğu bir toplumun normal olduğunu hayal edin. Böyle bir toplumun inşası da gerçek bir normalleşmedir. İnşa etmemiz gereken toplum böyle bir toplumdur.
Dip notlar:
- Levent Köker, Normsuz normalleşme (!) ve anayasa sorunu, https://artigercek.com/makale/normsuz-normallesme-ve-anayasa-sorunu (14 Mayıs 2024).
- https://znetwork.org/znetarticle/normalize-this (12 June 2023)
- https://www.scoop.co.nz/stories/WO2404/S00009/widening-the-we.htm (4 April 2024).
- https://www.resilience.org/stories/a-compelling-theory-to-explain-a-key-trait-of-modern-humans (5 January 2024).
- Linda M. Nicholas and Gary M. Feinman, “An Ancient Recipe for Social Success”, https://go.ind.media/e/546932/recipe-for-social-success-html (26 January 2023).
- Gary M. Feinman, David M. Carballo, “Archaeology Is Flipping the Script on What We Know About Ancient Mesoamerica”, https://www.resilience.org/stories/archaeology-is-flipping-the-script-on-what-we-know-about-ancient-mesoamerica (29 June 2023).
- Mustafa Durmuş, Demokratik Katılıcı Ekonomi-Demokratik Cumhuriyet Yolunda Bir Geçiş Ekonomisi, İMGE Kitabevi, 2023.
- Adam S. Green, “Why Are Archaeologists Unable to Find Evidence for a Ruling Class of the Indus Civilization?”. https://www.resilience.org/stories/why-are-archaeologists-unable-to-find-evidence-for-a-ruling-class-of-the-indus-civilization (23 June 2023).