Genetik olarak bir Balkan devleti olan Osmanlı, Bizans’la mücadelesi ve sonrasında önündeki tek tarihsel model olan Roma’yı yeniden ihya etme stratejisiyle hareket etti. Viyana kapılarına dayanma miti bu stratejinin askeri-ideolojik ifadesidir. Aradan geçen yüzyıllar, önce Osmanlı’ya bunun mümkün olamayacağını öğretti. Ardından Avrupa’nın karşı taarruzu başladı ve Osmanlı’yı beka derdine düşürdü. Türk milli devleti bu anksiyete zemininde oluştu ve aynı milliyetçi anlatı içinde Osmanlı’yla hem kopuş hem de devamlık iddiası içeren şizofren bir söylem bağlamında şekillendi. İnkâr ve sahiplenme arasındaki bu milliyetçi gerilim, faşist ideoloji tarafından önce kopuş vurgusuyla formüle edildi. Türk faşizminin Rıza Nur ve Nihal Atsız gibi önderleri, kendisi de bir Balkan Osmanlısı olan Mustafa Kemal inisiyatifinde formüle edilen Kemalizmi esas olarak Osmanlı’dan tam bir Türkçü kopuş gerçekleştirememiş olması nedeniyle eleştiriyordu.
Faşist ideoloji, bir çeşit arilik iddiası içerdiğinden, en önemli iç gerilimini İslam dini ile yaşadı. Türkler, kökleri itibarıyla kımız içen alkolikler ve şamanlarının kehanetlerine tapan pagan çapulcular olarak tarihte yazılı iken mütedeyyin Müslüman ve medeniyet timsali ticaret erbabı eşraf algısı nasıl oluşturulabilirdi? Türk-İslam sentezi sihirli formülü, bu soru üzerinden hayat buldu. 1960’lı yıllar itibarıyla Türk faşistleri, Tanrı Dağı kadar Türk Hira Dağı kadar da Müslüman olmuşlardı. Türklük hamuru, artık hem allahsız hem de gayrı-milli olan komünist komploya karşı ABD komutasında mücadelenin kendisiydi. Arap Medine kimliğinin çimentosu olan Müslümanlıkla Türkik çapul kültürünün harcı arasında bir uyuşmanın ne derece mümkün olduğu bilinmez ama Türk-İslam sentezinin zaten bölünmüş ve tutarsız bir kimlik çekirdeği üzerine bir başka patolojik bölünmenin daha binmesi anlamına geldiği de bütün semptomlarıyla orta yerdeydi.
Nizam-ı alem ideolojisinin, bu psişik yarılmaların hepsine merhem olduğu görülüyor. Osmanlı da Türktür, Kemalist TC de; mühim olan devletin sürekliliğidir. Bu ontolojik Türk devleti, muhtemelen homo-sapiens ya da neoandretal öncesi primatlar tarafından kurulmuş olup neolitik çağlardan beri vardır. Her daim de misyonu gök tengri ya da Müslümanların Allah’ı tarafından kendisine verilmiş olsun fark etmez, alemde ilahi nizamın tesisini sağlamaktır. Hal böyle olunca, maziyi boş verip ‘önümüzdeki maçlara bakmak’ daha mantıklı hale gelecektir. Özetle, Türkler dünyayı zapt edecektir; dünya hakimiyeti sağlayacaktır. Çerkesler, Boşnaklar, Arnavutlar vb. nasıl son tahlilde safkan Türk ise, Atatürk gibi bir Balkan Osmanlısının dahi bu söylem içinde istisnai yeri vardır. Yurtta Sulh Cihanda Sulh olacaktır elbette ama tüm cihan Türk olduğunda!
Bu girizgâh, Türkçü faşizan söylemin Batı algısını kavramak açısından önemliydi. Ortalama bir Türk milliyetçisi, Avrupalı Hıristiyan halkların günü geldiğinde Osmanlı tebaası misali imana gelip Müslüman olacaklarına ve Türk nizamı altında yönetilmeye razı olacaklarına kalpten inanır. Bu inanca tabi ki Avrupa’da yüzyıllar boyunca birikmiş refahın kaynağına çökmek olarak ifade edilebilecek primordial talancı arzu içkindir. 1960’lı yıllardan beri milyonlu sayılarla ifade edilen nüfus olarak Avrupa’da var olan Türkiyelilerin döner dışında özgün bir girişiminin henüz marka olmamış olması nizamı alem tezini çürütmez. Aksine, bu tezi güçlendirecek iki vaka son iki hafta içinde Avrupa kamuoyunun başlıca gündemi olmuştur.
Birincisi, Almanya’da ortaya çıkan darbe girişimidir. Bir operasyon sonucu tutuklanan biri Prens ve çoğu muvazzaf subay ve polislerden oluşan yirmi kadar kişi, büyük bir siyasi komplonun görünen yüzü olarak sunulmuştur. Bu şahsiyetlerin ardında binlerce kişiden oluşan bir aşırı sağcı darbe girişiminin bulunduğu iddia edilmektedir. Dahası, bu organizasyonun Putin rejimi ile bağlantıları üzerine kanıtlar sunulmaktadır. Avrasyacılarla İslamcıların el ele icra ettikleri post-15 Temmuz darbesini model almış olmasınlar?
Almanya’da yaşanan bu sarsıntının ardından, geçtiğimiz hafta Avrupa Parlamentosu’nun ikinci başkanının tutuklanmasına tanık olduk. Bu üst düzey parlamenter ile birlikte tutuklanan yine üst düzey AB görevlisi kişiler, Katar rejiminin propagandasını yapmak karşılığında Katar’dan yüklü miktarda rüşvet alma iddiasıyla yargılanacaklar. Katar denilince katar katar petrodolarlar, cumhurbaşkanlığı uçağı, Kanalİstanbul, yalılar, köşkler, konaklar ve kupon araziler akla gelmesin de ne gelsin? Katargate skandalı, öyle görünüyor ki pilot ülke olarak Türkiye’de ziyadesiyle denendi ve şimdi Avrupa’ya doğru genişlemekte.
Tutuklanan Avrupa Parlamentosu vekilinin kadın ve Yunan oluşu, misojinist ve zenofobik Türk faşizmi için son derece keyif verici. Ama işin kaygılandıran yanı şu ki, Nizamı Âlem anlatısının tezleri gerçekten hayata geçmeye başlamış olabilir. Ezeli ve ebedi Türk devleti Viyana kapılarından askeri olarak geri basmış olsa dahi, kültürel ve ideolojik anlamda Avrupa halklarının dimağına nüfuz etmekte olduğu bu iki vakada ortaya çıkıyor. Nizamı Alem, darbe ve yolsuzluk gibi Türk patentli pratiklerle Batıya kademe kademe nüfuz ediyor; onları farkında olmadan Türkleştiriyor.
Bitte hör auf Döner zu essen!