Ahmet Tulgar – Pazartesi söyleşisi
Geçen cumartesi günü Hrant Dink’in bir suikastle katledilişinin 12. yıldönümüydü. Bu vesileyle onun yakın çalışma arkadaşı ve dostu, gazeteci, yazar, belgesel filmci Ümit Kıvanç ile buluştum; hem Hrant Dink’i hem suikast sonrası Türkiyesi’ni konuştum. Konuşmamız doğal olarak barış, demokrasi ve özgürlük arayışları konularına yöneldi.
Siz kişisel hayatınızda, 12 yıl sonra Hrant Dink’i nasıl hatırlıyorsunuz? Bu sizin için nasıl bir kayıp?
Hrant çok özel insandı. Acı ve tecrübenin olgunlaştırdığı, azimli, inatçı, insanlarla doğrudan ve samimi ilişki kurabilen biriydi. Siyasî ve insanî olarak yeryüzünde işgal ettiği yer herkesin yerleşebileceği bir yer değildi. Onunla beraber çalışırken çok itişirdik. Sonra bir şekilde gönül alır, seni gerginlik öncesine dönmeye mecbur bırakırdı. Aşılan her gerginlik insanları birbirine yaklaştırdığı için onunla itişe itişe yakın dost olduk. Bağıra çağıra, otura kalka tartışabileceğin ve hemen ardından beraber kahkahalar atabileceğin, enerjisi yüksek bir adamdı. Rüzgârı önden gelirdi. Onunla bağrışmak, gülüşmek çok dolu ve çok zevkliydi. Şimdi hayatta olsa beraber daha çok iş yapabileceğimizi sanıyorum. Agos’un çıkış zamanında ben “Ermeni meselesi” denen şeyin toplumsal varlığın kılcal damarlarına kadar yayılmış insani boyutunun farkında değildim. Şimdi bunun ne kadar derin bir insanî sorun olduğunu daha iyi anlıyorum ve hissedebiliyorum. Tamamen kişisel olarak, şunu diyebilirim: Hrant, eksikliğini hem büyük gürültüyle hem üstünüze yığılan ağır sessizlikle hissedeceğiniz bir insan. O yoksa neyin eksik kaldığını başka şeylerle karıştırmayacağınız biri. Eksik kaldığınız bir hareket, bir ses.
Hrant Dink’in anısı Türkiye toplumuna ne söylüyor?
Unutulmak, üzerinden atlanmak, hatta mümkünse karşı mağduriyete dönüştürülüp avantaj sağlanmak, kindarlığa malzeme yapılmak istenen bir konu, Ermeniler. Hrant vicdanlara seslenmeyi başarmıştı. Türk toplumu muhtemelen onun sırtına yükleyeceği yükten kurtulduğuna seviniyordur. Ermenilerin Türklerle, Türklerin Ermenilerle meselelerinin aşılabilmesi, yani halledilerek ötesine geçilebilmesi için bana kalırsa yegâne mümkün yaklaşımı geliştirmeye çabalıyordu Hrant. Bu yüzden, derin tarihî yaraya azıcık yaklaşan herkesin çekim gücüne kapılacağı bir çağrı meydana getiriyordu. Bu, çok kişinin ve çok şeyin değişmesini getirecekti. Gerektirecekti. Sanırım insanların çoğu böyle bir kaçınılmaz çabadan kurtulduklarına, yaşamlarını yüzleşmeden, değişmeden, nasılsalar öyle sürdürecek olmalarına seviniyorlardır. Az sayıda iyi insan, Hrant’ın bu şekilde aramızdan alınmasının korkunçluğunu, utanç vericiliğini, haysiyet kırıcılığını hissediyor. Bunun başka şeye benzemediğini hissediyor. Olan bu vicdan sahibi insanlara oluyor. Yani Hrant’ın anısının sana bir şey söyleyebilmesi için senin kulağının da işiteceklerine açık olması lazım. Türkiye toplumu “dışarıdan” saydığı herhangi bir sesi duyacak halde değil.
Hrant Dink’in ölümü Türkiye’ye ne kaybettirdi?
Halledilmedikçe hepimizi ruhen sakatlayan bir büyük yükten kurtulmanın olabilir yolunu göstermeye çalışıyordu. 1915’te olan, bir toplumun kendi uzuvlarından birini hunharca kesip atmasıydı ve bununla halleşmeden birçok ruhsal sorunumuz çözülmeyecek. Çünkü beğenmediğini topluca katletme, imha etme kültürünün bir noktada sona ermesi lazım ve 1915 hesaplaşmasından geçmeden bu olacak gibi durmuyor. Yüzleşme bir toplumu alçaltmaz, yüceltir. Hrant, hakikati eğip bükmeden, ama kimse de alçalmadan meseleyi halledebilir miyiz diye uğraşıyordu.Bununla böyle uğraşabilecek ve sonuç alabilecek, Hrant karizmasında ve gücünde biri daha ne zaman çıkar, bilemeyiz. Hrant’ı öldürenler Türkiye’ye, çocuklarımızın gençlerimizin geleceğine büyük kötülük yaptılar. Türkiye’yi büyük bir imkândan yoksun bıraktılar.
Hrant Dink’in ölümünün ardından gelişen sosyolojik hareketlenme hâlâ bir yerlerden toplumsal yapıya titreşimlerini gönderiyor mu?
Hayır. Duruşma önlerinde toplanan kalabalığın giderek azalması, İstanbul’da cinayet davası adı altında yürütülen müsamerenin tam bir rezaletle sonuçlanmasıyla bir ara yeniden yükselir gibi olan ilgi ve desteğin sonra erimesi vaka. Ayrıca, “Hrant Dink cinayeti davası”nı doğal bir adalet mücadelesi olarak izlemesi, beklenecek kesimlerin çoğunun somut bir siyasî fayda görmedikçe olayla ilgilenmediğini de gördük, yaşadık. Hrant’ın ailesinin arkasında, o yılki anmanın sloganıyla yürümeyi zül sayan bile oldu. Bir yerlerde, vicdanların derinliklerinde Hrant’ın anısından kalma bir şeylerin var olduğunu yine de düşünebiliriz. Vardır mutlaka. Ama ölçü olsun diye somut bir örnek vereyim, Noam Chomsky ile Hidayet Şefkatli Tuksal’ın aynı balkondan yan yana aynı kitleye seslenmesi, herhalde dünya çapında çok ilginç ve anlamlı bir hadisedir; bir 19 Ocak anmasında bu oldu ve hiçbir basın organında doğru dürüst yer almadı bile. Türkiye’de Hrant’ın öldürülmesi gibi bir olaya duyarlı olduğunu düşüneceğimiz çevreler de bunu önemsemedi, özel bir hadise saymadı. Herhangi bir sosyal medya dedikodusu kadar dahi dolaşmadı lafı. Yine de, ortalıkta değil ama evlerin köşelerinde, gönüllerde, vicdanlarda, bir yerlerde Hrant’ın anısının yaşatıldığını hissediyorum bazen.
Hrant Dink suikastının aydınlatılması için hâlâ hukuktan bir şey beklemeli miyiz?
Hayır. İlkin, hukuk zaten artık yok. İkincisi, bu davada yapılması gereken hiçbir şey yapılmadı, niyetin de cinayeti mümkün kılan devlet içi örgütlenmeyi hiçbir şekilde ortaya çıkarmamak olduğu belli.
Hrant Dink suikasti nasıl bir devlet fotoğrafı veriyor bize?
Bu şartlarda ayrıntısıyla tasvir etmem mümkün değil, ama çok kötü bir fotoğraf veriyor. Öldürülecek kişinin kimliğine bağlı olarak cinayetin yolunun nasıl açıldığını görmek çok sinir bozucu. Öyle ki, eğer bu yukarılardan kurulmuş bir komploysa, bundan haberi olmayan ve “nasılsa bizim işimiz” deyip çarkı döndürmeye katılan resmî görevliler bile var. Devletin hukukla alâkası konusunda bir fakülteye birkaç yıl yetecek ders başlığı var, Hrant Dink cinayeti soruşturması ve davasında. Özellikle soruşturma faslı, eğer ortada çok acı veren bir can kaybı olmasa, gülünçlüğün doruklarında geziyor.
Bu suikastın aydınlatılması süreci güç ve iktidar odaklarının çekişme ve rekabetine kurban mı ediliyor?
Öncelikle, devlet içinde bir şekilde gücü, etkisi, elemanları olup da bu işe bulaşmamış bir grup yok, anlaşıldığı kadarıyla; bu durumun ortaya çıkması bizim devlet için bile feci bir şey olabilir, buna meydan verilmemesi amacına göre hareket ediliyor. Erdoğan ve AKP ile Fethullahçıların papaz olması ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaysa, bu suikastı bütünüyle sırf Fethullahçıların üzerine yıkma yönünde girişim oldu. Fakat kısa sürede anlaşıldı ki, öbür herkesi temize çıkarıp sırf onlara yıkmak mümkün olmayacak. Böylece dava dallandırılıp budaklandırılıp, içine ne doldurulabilirse doldurulup mânâsızlaştırıldı, ayrıntısını takip etmenin imkânsız olacağı kadar dağınık hale getirildi ve boyuna mahkeme heyetleri değiştirilerek doğru dürüst sonuç alınması ilaveten zorlaştırılıyor. Duruşmalarda birtakım devlet görevlileri birbirlerini suçluyor, dalaşıyorlar, sonra hep beraber bir şeyleri gizliyorlar. Bunları ortaya çıkarabilecek savcılar, kararlı soruşturmacılar, arkalarında siyasî irade falan hak getire.
Hrant’ın ailesi, dostları bu hukuki süreçte ne hissediyor?
Hrant’ın ailesi,türlü acıların içinden geçmiş insanlardır. Hrant öldürüldüğünde çocuk yaşta olanları da bu suikastın acımasızlığında pişerek, soğuğunda üşüyerek olgunlaştılar. Hislerini pek ortaya dökmezler, hep olgun davranırlar. Her şeye rağmen, işin başında, cinayetin aydınlatılması için azıcık daha ciddî bir çaba gösterileceğine onlar da ihtimal vermişlerdi. Kopan büyük gürültü ve yöneticilerin iddialı söz ve vaatleri nedeniyle. Devlette Ergenekon temizliği gibi bir manzaranın yaratılması etkili olmuştu bu beklentide. Sonra hep beraber gördük ki, bu topraklarda böyle bir devlet içi temizlik konusunda taze umuda yer yok. Kendi hissettiklerimiyse yine içinde bulunduğumuz şartlar nedeniyle, olması gibi gerektiği gibi ifade edemem. Sadece şunu söyleyebilirim, kulaklara pek klişe gibi gelecek olmasına rağmen -ve klişe tekrarlamadığımdan emin olarak: Hrant’ın öldürülmesinden sonra benim için hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Memleketle ilişkim de değişti. Hele bir tür “oh olsun” tavrına girenlerin pervasızlığı, pişkinliği, terbiyesizliği,faşistliğin böylesine doğallaşmış, içselleşmiş oluşu ve bunlarla beraber,felaketin boyutlarını küçültmeye, hiçbir sorumluluk almamaya dayalı sorumsuzluk, şuursuzluk. Bugün sol-muhalif cephe olarak anılan toplulukla ilgili duygum da, Hrant’tan sonra, artık bir yabancılıktır. Duyduğum şeye öfke diyemiyorum. Öfke bile hedefiyle bir tür ilişki içinde doğar büyür. Umarım bu duyguyu tasvir etmeyi başarırım bu dünyadan ayrılmadan. Bilsin insanlar.
Türkiye’de devletin yurttaşlarıyla meselesi nedir? Kim kime ait?
Mesele bu. Devlet asla yurttaşların daha iyi yaşaması için kurulmuş bir hizmet organizasyonu değil. Devlet görevlisi olmak, hele üniformalı olmak, yurttaş üzerinde her türlü hakkı veriyor bu sıfatın sahibine. Devlet ayrı bir bünye. Onun yapacağına edeceğine karışamazsın. Yurttaşın hükmü Meclis’e kadardı, şimdi o da yok ediliyor. Bu çarpık ilişkiyi pekiştiren bir durum da, devlete tapılması. Devlete tapılıyor. Tapınılan bir kudretin cisimleşmesi, devlet. Ancak dünya yüzündeki her şeyden korkanların benimseyeceği bir varoluş tarzı: gerek gördüğünde seni de mahvedebilen bir otoriteye sığınıyorsun. Devletin bir şahsiyeti ve ideolojisi var. “Bekâ” denen mesele, devletin topluma hükmedebilmesinin kaynağı. Bu tabiî toplumun kâh tam kâh yarım rızasıyla oluyor. Toplum da şahsiyetini kazanamıyor, o toplumun mensupları da. Koskocaman kadınlar/adamlar haline gelmiş problemli ergenler olarak yaşıyoruz.
Bu toplumun ve devletin geçmişiyle yüzleşmemesi Türkiye’ye neler kaybettiriyor?
Türkiye dünyada herkesin gıpta edeceği bir ülke olabilirdi. Tek örnek yeterli, potansiyeli göz önünde canlandırabilmek için. Dünyanın kaç ülkesinde Türkiye’deki kadar değişik kaynaklardan gelen, beslenen, değişik dillerde imal ve icra edilen, değişik tarzlarda müzik var? Fakat biz ilk Hemşince parçayı yasal ve yaygın olarak 2000’lerde dinleyebildik, “aha bu Hemşince’dir” diye açıkça sunulabilen ilk albüm 2005’te çıktı. Türkiye’den çıkacak müzik yelpazesi dünyayı yerinden oynatırdı.Buradan hareketle çok şey düşünülebilir. Neler olabilirdi… Kürtlere farklı bir yaklaşım olabilseydi, meselâ… Bugün Türkiye, bazılarının çok istediği o Ortadoğu’nun ağabeyliğine benzer bir konuma çoktan gelmiş olurdu. Hem de onun ağabeylik taslama yanına, barışçı olanına, daha gelişmiş olduğu için örnek alınanına. Bizler, büyükşehirlerin insanları, yeni yetmeyken dahi üç-dört dilde selam-sabah alıyor-veriyor olurduk ve günlük ihtiyaç için, alışveriş için falan gerektiği kadar Rumca,Ermenice, Kürtçe, Lazca, Çerkesçe… konuşuyor olurduk, yaşadığımız yöreye göre. Daha gelişmiş, daha kültürlü, daha demokrat, daha nazik insanlar olurduk. Dünyaya da örnek olurduk. Ama bu bambaşka bir kafayı gerektiriyor.
Osman Kavala sizin de dostunuzdu. Hâlâ iddianamesi hazır değil ve serbest de bırakılmıyor. Ona buradan nasıl bir selam gönderirsiniz?
Osman’a yapılanın hiçbir izahı yok. Bunun yapılabiliyor oluşu, Türkiye’deki en güçlü ve yaygın bütün dünya görüşleri için muazzam bir rezillik.Bundan bu kadar az insanın rahatsız oluşu da neyi ne kadar hak eden bir topluluk olduğumuzun ispatı. Osman’la tanışıklığım, arkadaşlığım kırk yılın ötesine uzanıyor. Çok özel bir insandır. Osman’a, neyse ki, mektup yazabiliyorum, ondan da mektup geliyor. Sükûnet içerisinde, o orada değilmiş gibi yazışıyoruz.İçten selam ve sevgilerimi yollamak isterim buradan da. Onunla da iş yaparken itişilir. İnatçıdır epey.İkna olana kadar zorlar,tartışır. Ama bunu müthiş bir nezaket içerisinde yapar. Onunla itişmek de çok özlediğim bir şey. Çıksa da tartışa ede işler yapsak…