Cihan Uzunçarşılı Baysal, kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkılan ve boşaltılan birçok mahalleye tanıklık etmiş, çalışma yürütmüş ve mağdur edilen mahalle sakinlerinin yanında durmuş bir isim. Konut hakkı üzerine tez yazarken, kentsel dönüşüm yasalarıyla mahallelerin ard arda dönüşüm alanı ilan edildikleri, buna karşı direniş ve mücadelelerin başladığı sürece denk gelen Uzunçarşılı Baysal Ayazma, Sulukule, Tarlabaşı yıkımlarının öncesi ve sonrasına ve Maltepe Başıbüyük ve Gülsuyu Gülensu dönüşüm süreçlerine tanıklık etmiş. Kendisini Sulukule Platformu ve Toplumun Şehircilik Hareketi İMECE’de bulan Uzunçarşılı Baysal’ın yolu, bu vesileyle birçok başka mahalleyle de kesişmiş. Habitat tarafından AGFE ekibi içinde yerel uzman olarak atanan Cihan Uzunçarşılı Baysal kentsel dönüşüm uygulamalarını, bu uygulamaların insanlar üzerindeki etkilerini, konut hakkını, kadınların kentle olan ilişkisini ve daha pek çok detayı İstanbul’u eksen alarak anlattı.
Kentsel dönüşümle bağınız nasıl başladı ve bu alanda nasıl çalışmalar yaptınız?
1-4 Temmuz 2010’da İstanbul’da düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu öncesinde, Forumu seslerini duyurmak için bir olanak olarak gören dönüşüm mahalleleri dernekleri, şehir plancılar, mimarlar, hukukçular, aktivistler ve İMECE, Sulukule Platformu, Ayazma Mağdurları, Dayanışmacı Atölye gibi konuyla ilgili çalışan çeşitli inisiyatifler iki gün süren Kent Hareketleri Forumu’nu örgütlediler. Benim de içinde yer aldığım şemsiye oluşum ‘Kent Hareketleri’ bu forumun sonucunda doğdu. Kent Hareketleri olarak 20 üzeri mahalle derneğiyle çalıştık. Taksim Dayanışması bileşeniydik. Gezi’ye ilk çadır kuranlardandık. 2014’e kadar özellikle mahallelerde etkin olduk. Bugün İstanbul Kent Savunması ve Gezi’nin çocuğu olarak kabul edilen Kuzey Ormanları Savunması içinde mücadeleye ve çalışmalara devam ediyorum.
Kentsel dönüşüm kararları neye göre alınıyor, sizin çalıştığınız mahallelerin özellikleri neydi? Öne çıkan gözlemlerinizi paylaşır mısınız bizimle?
İlk dönüşüm alanı ilanları en zayıf halkalardan başladı ya da damgalayarak, kolaylıkla meşruiyet sağlanabilecek mahallelerden. Kağıthane ve Küçükbakkalköy Roman mahalleleri ilk yıkımlardır; örgütsüz mahalleler ve Roman kimliklerinden dolayı da kolaylıkla kriminalleştirilebilen bölgeler; nitekim kentin gıkı çıkmadı! Ardından Roman Sulukule, Kürt Ayazma, Kürt, Roman, Mülteci, LGBT ötekilerin ötekileri Tarlabaşı dönüşümleri geldi. İşte burada umulmayan oldu diye düşünüyorum çünkü süreç buralarda öyle tıkır tıkır işlemedi. Tarlabaşı çok iyi örgütlendi, dernekleşti, hukuki süreci de başlattı. Sulukule Platform Sulukule’yi ulusal ve uluslararası kamuoyunda görünür etti. Ayazma’dan çıkan kiracı direnişi de kiracıların hak sahipliğiyle sonuçlandı. Sulukule bildiğiniz üzere mahkemeleri kazandı. Ama maalesef ucube villalar o uzun erimli hukuki süreçte-yürütmeyi durdurma verilmediğinden-yükseldi. Tarlabaşı’nda Çalık’ın eli ayağına dolandı, proje hala bitemiyor, satamıyor, kazanılan davalar var. Kısaca, ummadık taşlar baş yardı!
Bu çalışmalar sırasında sokağın, mahallenin sahiplerini özellikle de kadınları nasıl konumlandırırsınız?
Ayazma’daki yıkım alanına çadır kuran 18 ailenin tüm o olumsuz koşullara, hava şartlarına, her çeşit baskı ve sindirmeye karşı iki seneye yakın süren direnişi olmasaydı, 200 küsur kiracı aile Kayabaşı TOKİ konutlarından hak sahibi olabilir miydi, hiç sanmam. Daha doğru bir ifadeyle, özellikle kadınlar (ve çocuklar) o çok zor koşullar altında pes etmiş olsaydılar, mücadele kazanılır mıydı? Kapısı battaniyeden yapılmış ortak tuvalet-ki gündüzleri gelen giden çok olduğundan kadınlar kullanamıyordu, “akşama kadar karın ağrısıyla geziyorum” sözlerini çok duydum- kim bilir kaç günde bir banyo, belediyenin özellikle bıraktığı tüm o çer-çöp ve moloz yığınları arasında yemek pişirmek, çadırı temiz tutmak, aileye kol kanat olmak… Çoğu kaybetti belki ama önemli yarıklar açtılar, süreci sekteye uğrattılar, hızını kestiler, haklı mücadelelerini görünür ettiler, iktidar ve sermayeye sadece Pirus zaferleri kaldı!
Kadınların hem öznel hem de toplumsal sorunlara karşı sokakta olduklarını sıkça görüyoruz. Kentsel dönüşüm adı altında boşaltılan mahallelerde nasıl bir mücadele yöntemi izliyor kadınlar?
Gözlemlediğim şu oldu; kadınlar hem mücadelenin sürükleyicileriydiler, fiziki olarak da eylemlerde, yürüyüşlerde en öndeydiler, hem de tüm zorluklara karşı durarak mücadeleyi ileriye taşıyor, iradeyi örüyor ve süreçte siyasileşerek çıtayı da yükseltiyorlardı. Dikmenli kadınlardan biri, mücadeleye katılana kadar 8 Mart’ı hiç duymadığını ama şimdi hiçbir 8 Mart‘ı kaçırmadığını anlatmıştı. Onlar mahallelerinden, yaşam alanlarından, yaşamı yeniden ürettikleri alanlardan kovulmamak için mücadele ederken aslında, kenti sadece üst gelir gruplarına, küresel şirket CEO’larına ve zengin turistlere yönelik yeniden inşa eden sisteme karşı da mücadele etmekteler ve onlar aslında hepimiz için mücadele ediyorlar!
Kadınların kentle ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
Kadınların evlerinden dışarıya adım attıklarında kendilerini buldukları mekan önce sokak, sonra mahalle; kent merkezi daha sonra geliyor. Mahallelerden baktığımda, kapı önlerine sandalye atıp çaylarını paylaşan, mahallenin açık alanında halılarını yıkayan, yünlerini döven, sokaklarına çamaşırlarını asan, çocuklarını sokaklara salıp ev işlerini yapabilen hep kadınlar. Bu nedenle, mahallenin mekanlarının nedense kadın olduğunu düşündüm hep. Yanlış anlaşılmasın mahalle baskıcı ve eril olabilir ama mekanlarından baktığımızda mahallenin mekanlarının tanzimi kadınlara ait. Dolayısıyla, yeniden üretim alanları, mahalle mücadelelerinde kadınların ön safta yer alması sadece uzun süre yaşadıkları kentsel mekanın yıkılacak olmasından değil, gündelik yaşamın tüm pratiklerinin de yok olacağından, gelecekteki yaşamın kendisinin belirsizleşeceğinden, diye düşünüyorum. Buradan bir adım ilerisi, meydanları da kadın yapmak için mücadele etmek, kadınların kentle ilişkilerini de tayin edecektir.
Bir kadın olarak bir kentin nasıl olması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Kadınların haklarını önceleyen, istek ve taleplerine kulak veren, kentsel mekanın tasarımında ve yeniden üretiminde kadınların etkin katılımlarını sağlayan bir kent. Karar alma süreçlerine kadınları katan bir kent. Kadınlara yönelik nitelikli istihdam koşullarını- buna paralel yeterli sayıda ve ödenebilir şartlarda kreş ve anaokullarını- ve eğitim, sağlık, elverişli konut hakkı gibi diğer sosyal ve ekonomik haklara erişimi sağlayan bir kent. Gecenin ve günün her saatinde kadınlar için emniyetli bir kent. Kentin en ücra köşelerine kadar toplu ulaşımın sağlandığı bir kent. Kadın sığınma evleri olan bir kent. Özel ve kamusal mekanlarında kadınlara ve kız çocuklarına yönelik her türlü tacizi ve şiddeti önleyen bir kent. Kadınların yönetimde olduğu bir kent.
İstiklal’in insan sirkülasyonu ve çehresi çok değişti, birçok firma çekildi caddeden. Bu durumu hangi nedenlere dayandırabiliriz?
Mekanın İslamileştirilmesiyle karşı karşıyayız. Bu bir ideolojik araç olarak kullanılıyor. 94’de ne dedi Recep Tayyip Erdoğan, Taksim Camii ilk gündeme geldiğinde orayı kastederek, ‘O bölgeye gelenler bir İslam kentinde olduğunu anlayacak.’ Bir kenti müslüman kenti olarak tanzim ettiğinizde kent bitmiş demektir. Biz ne diyoruz; kent çoğulcu olmalı, çok kültürlü, çok dilli olmalı. Bunun tamamen yok edildiğine tanıklık ediyoruz. Çamlıca’daki camiyi düşünün bir, kentin hemen her bölgesinden görüyoruz. Çok gerekli miydi oraya bilmem kaç bin kişilik bir cami, hayır değildi. Bu ideolojiyi, hegemonyayı mekan üzerinden kurmak, göstermek anlamına gelir. Mekanlar dönüştürülüyor ve bir de bunun yanında yanlış dönüştürülüyor. Osmanlı’yı örnek alıyorlar güya ama biz bir Osmanlı Disneyland’ı ile karşı karşıyayız. Mahalleleri alınır satılır bir metaya dönüştürüyorlar ve aynı zamanda kendi ideolojisilerine göre de tanzim ediyorlar.
Beyoğlu’ndaki bu değişimin insanlar, özellikle de kadınlara yansıması ne şekilde olabilir?
Mekanın, mahallenin İslamileştirilmesinin güvenlikle çok ilgisi var. Şimdi Taksim’e kondurulan o cami, meydanı sanki kendi avlusu haline getirdi. Öte taraftan AKM’nin içine de bir kubbe oturttular. O kubbe bu caminin kültür sanat içinde aks edişidir. Böyle bir ortamın içinde şortlu bir kadın ne kadar özgür olabilir sizce? Bunun bir adım sonrası başka bir şey olacak çünkü.
Kentsel dönüşümle ilgili seçilen yeni bölgeler var mı, nedir son durum?
2013’te Üsküdar’da Hacı Murat Mahallesi vardı, oradaki 20 gecekonduyu yıkmışlardı. O zaman biz anlatmıştık, bu burayla sınırlı kalmayacak diye. Çünkü Üsküdar dönüştürülüyor, Çamlıca Cami’sinin gelmesiyle belli olmuştu bu. Kirazlıtepe, Küplüce, Ünalan bölgelerine girecek ve oraları yavaş yavaş yok edecekler. Yerine lüks projeler getirecekler ve bir de o cami iyice görünsün diye etrafını temizleyecekler. İstanbul emekçilerin, yoksulların kentiydi. Şimdi biz giderek onların kentin dışına püskürtüldüğünü görüyoruz. Emekçi mahalleleri yok edildikçe, onların mekanları üst gelir gurupları tarafından ele geçirildikçe ne kent hakkı kalıyor, ne kentin geleceği, ne de kenti değiştirme hakkı kalıyor. Kentin nasıl olacağını tayin etme nedir, o kentte kimlerin olduğudur. O yüzden konut hakkı bugünkü mücadelenin de dibinde olan bir durum. Yani biz mekanın İslamileştirilmesine karşı duracaksak o zaman o kentte yaşamak ve mücadele etmek durumundayız.
Cihan Uzunçarşılı Baysal kimdir?
Cihan Uzunçarşılı Baysal, lisansını Boğaziçi Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi Bölümü’nde, yüksek lisansını ise, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Hukuku Bölümü’nde yaptı. Tezini, Türkiye’nin ilk en büyük kentsel dönüşüm projesi olan Küçükçekmece Ayazma-Tepeüstü kentsel dönüşümüyle Bezirganbahçe TOKİ Konutları’na yeniden iskan edilen nüfusların karşılaştıkları ekonomik, toplumsal ve kültürel hak ihlallerini yerinde inceleyerek yazdı (2010). TOKİ konutlarından hak sahibi edilmemeleri nedeniyle, 18 kiracı ailenin başlattığı çadırlı direnişe (2007- 2009) dayanışmada bulundu ve daha sonra kurulan Ayazma Kentsel Dönüşüm Mağdurları inisiyatifinde yer aldı. 2012-2017 yıllarında Açık Radyo’da ‘Kentin Tozu-Kent Hakkı Üzerine Konuşmalar’ başlıklı programın yapımcılığını ve sunuculuğunu yaptı. Kentin Tozu’nun bazı programları, Açık Radyo Kitapları kapsamında 2015’de Encore Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.