Küresel, bölgesel ve yerel düzeyde toplumsal ve siyasal gerçekler sürekli olarak içlerindeki yıkıcı potansiyellerin uç noktalarına doğru hareket ediyor. Kurulu dengelerin kalıcılık niteliği zayıflıyor, yeni dengeler kendisini dayatıyor. Gelin görün ki, yeni dengeler de daha henüz kurulurken kendisini dayatan yeni olası dengeler tarafından zorlanıyor.
Sürekli yenilenerek akan toplumsal ve siyasal süreçler, her ne kadar kendi yıkıcı sınırlarına doğru ivmelenseler de hedeflerine ulaşmıyor, ulaşamıyor; hatta o arada üstüne yüklenen yeni gerilimlerle çarpışarak yeni hallere bürünüyor, bu sefer de başka yeni hedeflere doğru akmaya başlıyor.
Topyekûn bakarsak kaosun sınırlarında gezinen kaotik bir ortamın içindeyiz bir süredir.
Her şey yıkıcı bir kaotik zeminde hareket halinde ama sakın bilincimiz bulanmasın; bu hareketlerin hepsi öyle bir yapısal eğilimin içinde ki, onca karmaşasına ve yıkıcılığına rağmen hepsi de sermaye birikiminin önünü açıyor.
Evet, karmaşa sadeleştirilirse: Her şey sermaye için!
İşçiler bütün sosyal hakları budanarak köleleştirilmeye çalışılıyor.
Ülke coğrafyası madenleri, suları, ovaları ve ormanlarıyla sermaye tarafından kazılıyor, kesiliyor, yakılıyor. Yaşanan, iktidarın hukuk dışı keyfi kararlarıyla uygulanan bir yağmacılıktır.
Kadınlar erkeklerin, Aleviler Sünnilerin, Kürtler Türklerin kölesi yapılmaya çalışılıyor.
Öte yandan bölgesel süreçlerde yaşanan küresel egemenlerin egemenlik savaşında oluşan karmaşadan yararlanıp Halep-Musul-Kerkük hattının kuzeyi işgal edilmeye çalışılıyor. Bu ve benzeri yönelimler, ülke coğrafyasını savaşın merkezi olmaya doğru sürüklüyor.
Açık değil mi, şimdi “dışarıda” patlayan bombalar aniden “içeride” de patlamaya başlayabilir. İktidarın bölgedeki Kürtleri düşman gören bir temelde yürüttüğü bölgesel işgal süreci, ülkeyi savaşın içine sürüklüyor. Emperyalist haydutların elllerini ovuşturarak fırsat kolladıklarından emin olabiliriz.
Küresel şirketlere yatırım yapmaları için öyle imkanlar sunuluyor ki, milyar dolarlık yatırımlar sonuçta neredeyse bedavaya yapılıyor. Ülke, yerel ve küresel sermayenin ham madde, iş gücü ve asker deposu oluyor. Halk yoksullaştırılarak diz çöktürülüp teslim alınıyor, coğrafya yağma alanına dönüştürülüyor!
Dini ve ırkçılığı kendisine maske yapan bir sermaye iktidarının halka karşı hiç de gizli olmayan bir savaş yürüttüğü açık değil mi?
Oluşan irili ufaklı anaforlar toplumsal ve siyasal alanları sürekli zorluyor.
Toplumsal yaşam çürüyüp çözülmeye itiliyor, toplumsal güçlerin bilinci olayların hızı ve karmaşasıyla “büyülenerek” dengesini yitirmek ya da dehşet içinde kasılıp kalarak çıkış arayışında bulunamayacağı bir felçli duruma sokulmak isteniyor.
O arada Goebbels özentisi Fahrettin Altun yönetimindeki ve görevli sayısı sürekli katlanarak artan “İletişim Başkanlığı” adlı “Yalan Makinesi” sürekli çalışıyor: Gerçek yaşamı gölgeleyecek güce ulaşan bir “Yalanlar Dünyası” sürekli yenilenerek gerçek yaşamın yerine geçirilmek isteniyor.
Siyasal alanda ise egemenler arasındaki gerilimlerin dengelendiği devlet düzeyindeki özel egemenlik statüleri, onları meşrulaştıran yasalardan ve kurumlardan, Anayasa ve Meclis dahil koparılarak dağıtıldı. Her şey iktidar güçlerinin keyfine göre yürütülüyor. Artık sermaye birikim alanına dönüşmüş tarikat görünümlü soyguncu çeteler ve farklı mafya grupları devletle iç içe geçmiş durumda. Hep birlikte devleti işgal edip kamu zenginliklerini yağmalıyorlar.
Farklı biçimlere bürünerek süreklileşen bir devlet krizinin içindeyiz. Devlet krizinden ivme alan “dağılma riski” ve “toplumsal meşruiyet kaybı” çıplak devlet şiddetiyle aşılmaya çalışılıyor. Çözümsüz kalan gerilimler yükseldikçe devlet şiddetinin yayılma alanları ve yoğunluğu arttırılıyor.
Halkın özneleşmesi
İktidar tarafından kendisine savaş açılan halkın kendisini savunması gerekiyor. Halkın egemenlere karşı kendisini savunması her zaman meşrudur, ama günümüzde aynı zamanda zorunludur!
Eğer halk diz çöktürülüp teslim alınarak köleliğe sürükleniyorsa, on milyonlarca emekçi yaşamaları için gereken asgari ihtiyaçlarını dahi zor karşılayabiliyorsa ve üstelik koşullar onları daha da zor durumlara doğru sürüklüyorsa halkın kendisini savunması en doğal en meşru haktır ve zorunludur.
Nitekim ülkenin farklı yerlerinde farklı toplumsal güçler farklı örgütler, mücadele biçimleri ve söylemlerle egemenlerin kendilerine açtığı savaşa karşı savunma yapıyor, ihtiyaçlarını dillendiriyor, hatta kimi durumlarda fiili durumlar yaratarak mevziler kazanıyor.
İşte halkın özneleşmesi, halkın kendiliğinden var oluşuna içkin olan bir durum değil, ancak ihtiyaçları için mücadele eden halkın kazanabileceği özel bir halk duruşudur.
Özneleşme halk açısından köleleşmenin tam zıddıdır ve günümüzde sermaye ve iktidar güçlerinin kendisini köleleştirmek için açtığı savaşa karşı halkın yapacağı savunmanın içinde bir süreç olarak inşa edilebilir. Saldırı sürekli daha yoğunlaşarak ve hayatın bütün alanlarına yayılarak yapıldığına göre savunma da her an yeniden toplumsal yaşamın daha geniş alanlarına yayılıp daha yoğunlaşarak yapılmalıdır.
Üstelik savunmada kazanılacak her mevzi, korunan ya da koparılıp alınarak kazanılacak her hak, savunmayla iç içe geçen bir süreç olarak hayata geçirilecek bir karşı saldırının dayanağı olabilir, olmalıdır. Savaşa karşı sadece savunmada kalmak yenilgiyi doğurmaya eğilimli olacaktır; ama savunmayı uygun hamlelerle karşı saldırı zemininde yürütmek halka güç kazandıracak, halkın iktidarlaşmasının önünü açacaktır.
Çubuğun ne zaman nereye doğru büküleceği; pratiğin akışı içinde savaşan güçlerin bilinç düzeyleri, davranma kapasiteleri ve tabii ki aralarındaki güç dengeleri tarafından pratikte her an yeniden belirlenecektir.
Halk, özneleştiği süreçte kendisini ve düşmanını tanır, içinde yaşadığı koşulları ancak kendi zoruyla değiştirebileceğini görür, olayların zorlamasıyla parçalı ve birbirinden kopuk değil, ortaklaşarak mücadele etmeyi öğrenir, ortaklaştıkça içinde var olduğu toplumsal bütünselliği keşfeder, karşısındaki egemenlik ve sömürü ilişkilerini kavrar.
Halk mücadelede ısrar edip özneleşmede yetkinleştikçe yaşadığı yoksulluğun ve baskıların kaderi olmadığını daha derinden kavrar, kendisine düşman bir sermaye diktatörlüğüyle karşı karşıya olduğunu, her şeyi ve her yeri kendisine boyun eğmeye zorlayan sermayeye karşı ancak onu geriye iterek ya da en iyi halinde tümüyle tasfiye ederek özgür bir yaşam alanı açabileceğini öğrenir.
Halk, ihtiyaçlarını elde etmek için mücadele ettikçe mücadeleyi kendiliğinden değil; bilinçli yapma, mücadelede ustalaşma ve iktidarlaşma potansiyeliyle yüklenir.
Özneleşme süreci halkın içindeki farklı toplumsal güçler tarafından farklı yapı ve biçimlere bürünerek yaşanır. Bütün halk güçlerinin aynı anda aynı düzeyde özneleşmesi sadece söz gelimi Gezi Ayaklanması gibi özel anlarda yaşanabilir. Halk güçleri farklı dolayımlarla birbirine bağlandığı bir bütünsellik içinde birbirlerinden farklı güç ve biçimlerde hareket eder.
Günümüzde Kürt halkı özneleşmiştir, kadınlar özneleşme kapasitesini güçlendirdiği bir hareketli sürecin içindedir, Aleviler Sivas Katliamı sonrasında başlattığı özneleşme sürecini inişli çıkışlı bir yapıda sürdürmektedir. Ancak halkın özneleşmesinin omurgası olma kapasitesini bir potansiyel olarak taşıyan işçi sınıfındaki özneleşme düzeyi henüz zayıftır, keza özneleşme sürecinin en savaşçı katılımcısı olabilecek öğrenci gençliğin özneleşmesi henüz gençliğin bütününden kopuk, çok dar bir alanda yaşanmaktadır.
Hareket, daha fazla daha ustaca hareket, daha geniş alana yayılarak daha zengin örgüt ve mücadele biçimleriyle sermaye egemenliğini kuşatacak bir yapıda hareket!
Farklı kapasiteler kazanarak kimi zaman ilerlediği, bazen düştüğü bazen de hatta gerilediği inişli çıkışlı bir hareket!
Özneleşmenin anahtarı kendini savunmak, ihtiyaçlarına sahip çıkıp elde etmek için hareket etmek ve iktidarlaşma perspektifiyle hareketine hedef kazandırmaktır.
Devlet krizi
Kurucu irade Kemalizmin önünü açıp güçlendirdiği Ordu merkezli siyasal egemenlik yapısı olan Kemalist Cumhuriyet’in sürece yayılan tasfiyesi ve yerine yeni bir devlet inşası, doğal olarak bir dizi şiddetli gerilim üretti. Kapitalizmin gelişmesinin ulaştığı seviyede sermaye artık Ordu’nun hamiliği olmadan mutlak egemenlik istiyordu.
Hepimiz sürecin içindeyiz zaten, olup bitenleri yaşadık, yaşıyoruz. Gerilimler halen de sürüyor, üstelik sona ereceğine dair fazla emare de yok.
Yükselip alçalan dalgalar halinde yaşanan gerilimler aslında pek de yıkıcı hasarlar vermeden geçip gidiyordu. Ülkede kapitalizmin gelişmesinin ulaştığı aşamada siyasal sistemin oligarşik zirvesinde konumlanan “vasilik” konumlarının zamanının geçtiğini sezen Kemalist generaller, ikircikli ve ürkek tavırlarla kolayca teslim oluyorlardı.
Amerikalıların “our boys” dedikleri o bol apoletli generaller kendi ülkesinin devrimci gençlerine her fırsatta tuzaklar kurmakta, onlara pusu kurup vurmakta, üstlerine bombalar atmakta ve alçaklık yapıp asmakta pek becerikliydiler, ama kendilerini tasfiye etmeye yönelenlerin arkasındaki küresel sermayenin askeri örgütü NATO’yu görünce dizleri titremeye başlamıştı.
Can tatlıydı, torunlara bakarak geçirilecek bir emeklilik de fena olmazdı.
Büyükanıt’la Erdoğan’ın “Dolmabahçe Görüşmesi” (4 mayıs 2007) teslimiyetin ilk dışa vurumuydu, yelkenler indiriliyordu. Hemen sonrasında şimdilerde televizyonlarda “ulusalcı” ahkam kesen İlker Başbuğ’un önünde durup bütün riskleri göze alarak koruması gereken “Kozmik Oda”nın kapısını biraz mırın kırın ettikten sonra uysalca açıvermesiyle (27 Aralık 2009) Kemalistlerin direnemeyeceği iyice anlaşıldı.
Sürecin ilk aşamasında bazen şiddetli de olabilen gerilimler, “Devlet Krizi” ağırlığına dönüşmenin kimi zaman yakınına gelse de uysallaşan generaller o nitelikte bir sıçramanın gereksindiği güçte ivmeyi verememişti. 28 Şubat 1997 MGK toplantısı kararları ve onun daha zayıf bir tekrarı olan 27 Nisan 2007 E-muhtırası, devlet krizi olasılığını öne çıkarsa da “krizimsi” olmaktan öte geçemeyen şiddetli gerilimler olarak yaşandı.
27 Nisan 2007’deki Ordu hamlesinin geri püskürtülmesi ve üstüne eklenen Kemalist devletin özel sırlarının ABD’ye sunulması anlamına gelen kozmik odanın işgali, tasfiye sürecini yürüten Erdoğan-Cemaat ittifakına güç kazandırmıştı. O noktada sürecin normal akışının hedefine ulaşması beklenirken böyle tarihsel momentlerde çoğunlukla yaşandığı gibi artan basıncın doğurduğu ani gelişmeler süreci tıkadı. Direnmesi beklenen Kemalist generaller kof çıkmıştı, ama beklenmedik dirençler peş peşe geldiler.
Gezi Ayaklanması, onu kendilerinin “maşası” yapmayı deneyen Kemalistlerin hamlelerini boşa çıkararak Erdoğan-Cemaat ittifakının siyasal dengelerini bozan ve toplumsal meşruiyetini sarsan bir halk hareketi oldu. Ayaklanma, beklemedikleri yerden darbelenen iktidardaki koalisyon güçlerinin iç ilişkilerini darmadağın ederken iktidarın AKP kanadında sonraki Abdullah Gül ayrışmasının ilk ivmesini verdi. Üstelik Türk halkında Kürt halk hareketine yönelik düşmanca tutumlarda halen de süren bir yarılma yaşadı.
Bu noktada koalisyonun “kadro” ihtiyacını karşılayan ABD/NATO güdümlü Cemaat, koalisyonu bozma hamlesi yaptı. Cemaat’in 17-25 Aralık 2013 polis operasyonu ve 15 Temmuz 2016 Ordu darbe girişimi, Erdoğan’ı tutuklayıp iktidarı doğrudan ele geçirmeyi hedefliyordu. Anlaşılan ABD zaten kendisine bağlı olan TC devletinin “bağlılık” düzeyini yeterli görmüyor, doğrudan kendi kadrolarıyla/ajanlarıyla Türkiye’ye el koymak istiyordu.
O arada 7 Haziran 2015’te yapılan seçimler, Gezi Ayaklanması’nın açığa çıkardığı halk güçlerinin inisiyatifinin sürdüğünü hatta arttığını göstermişti. İktidar ise seçim sonuçlarını kabul etmeyerek hukuk dışına çıkmakla yetinmeyip Suruç ve Ankara kitle katliamlarında kendisini netçe gösteren silahlı şiddetle kendisini korumuş, ülkedeki gerilimleri yoğunlaştırmıştı.
Başarısız darbe girişimini önceden haber aldığı için ustaca kullanıp “Allah’ın lütfuna” dönüştüren Erdoğan, diş bilediği eski ortağı Cemaat’i bütün gücüyle eziverdi. Ancak evet, başına bela olan eski ortağından kurtulmuştu ama yalnız kalmıştı ve üstüne yüklenen gerilimleri tek başına kaldıracak güce sahip değildi.
Öyle ki, darbenin hemen sonrasında herkesi Taksim’e çağıran Kılıçdaroğlu alanda toplanan iktidara tepkili yüz bin kişiye söz gelimi “Erdoğan istifa edinceye kadar barışçıl biçimde burada oturuyoruz” deseydi, kim bilir belki de hükümet çözülüverecekti. Kılıçdaroğlu ama öyle yapmadı ve tam da kendisinden beklenen bir tarzda öfkesini yumuşatıp “Bize yakışan bir tarzda sakince evlerimize dönüyoruz!” dediği kitleyi dağıttı. Sonra da çağrıldığı Yenikapı’ya koşturarak gidip dengesini kaybedip sallanan Erdoğan’a koltuk değneği oldu. O, zaten Erdoğan’a her sıkıştığında yardım etmemiş miydi, sektirmemiş gene öyle yapmıştı.
Kılıçdaroğlu’nun verdiği desteği cebine koyan Erdoğan, önceki ortağı Cemaat’le tasfiye etmeye çalıştığı “Ergenekon” davası sanığı generalleri salıverip iktidar ortağı yaptı ve sallanan iktidarını yeniden dengeye kavuşturdu.
İşte sanki bir filme benzeyen devlet düzeyindeki ani ve olağanüstü dalgalanmalar, gerilimlerle atlatılacağa benzeyen Kemalizmi tasfiye sürecinde biriken bütün gizli gerilimleri de onların üstüne ekleyince özel bir “Devlet Krizi” yaşanmaya başladı. Bu kriz, farklı biçimlere bürünerek günümüzde de sürüyor.
Kriz önce farklı devlet fraksiyonlarının devlette alan kapma çekişmeleri biçiminde yaşanırken Erdoğan’ın ustaca hamlelerle “Ergenekon” güçlerini “rakip” olmaktan çıkarıp “riskli unsur” düzeyine indirgemesiyle kısmen dinginleşti. Ancak devlet krizi, yaşanan her aşamada yapılan hamlelerin tümüyle hukuk dışı olması üzerinden yeni bir biçime büründü.
Bir kez hukuk dışı zemine yerleşince olaylar da ister istemez öyle bir zeminden ivmelenerek ilerledi. Günümüzde gelinen aşamada “yamalı bohça” gibi olsa da bir anayasası olan ama uygulanmayan, AYM kararlarının iktidar tarafından “kabul edilmediği” çeteleşmiş bir devlet gerçekliği vardır. Devletin yeni konumunlanışında tarikatlar ve mafya ile devlet iç içe geçmiş durumda, Meclis süs bitkisi ya da “halkı heyecanlandırıp oyalayan bir tiyatro” olurken devletle ilgili kararlar da Erdoğan-Bahçeli’de sivri ucunu gösteren bir güç alanının “keyfine” göre alınıyor.
Devlet krizinin “devletin keyfi kararlarla yönetildiği” güncel halinin, ilk ortaya çıktığı haliyle “devlet içi fraksiyonların gerilimlerinin devletin bütünlüğünü bozduğu” durumundan çok daha ağır olduğu açıktır. Üstelik Erdoğan- Bahçeli’nin devlet içi dengelerde üstünlük kurmasıyla dinginleşen ama bir yerlerde güç biriktiren devlet içindeki fraksiyonlar arası çatışmaların da “devletin çeteleştiği” günümüz gerçekliğinde yeniden canlanıvermesi yüksek olasılıktır. İktidarın hile yoluyla kazandığı 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra yeterince hile yapamadığı için yenildiği 31 Mart yerel seçimleri sonrasındaki yeni durum böylesi gelişmelerin önünü açacaktır.
Kamuoyu desteği azalan iktidarın, “kılıçlarını” gösteren “genç teğmenler” tarzı emrivakilerle yüzleşme olasılığı güç kazanıyor. O durumda Erdoğan da “Yumuşama” yerine iyi bildiği “Kutuplaştırma” taktiğine sıçrayıverdi: Kemalist genç teğmenleri İmam-Hatiplileri yücelterek aşağılayıp hedef gösterdi. Muhalefet ise pek üstelemediği “erken seçim” talebini gündemleştirdi. Karşılıklı yaşanan yeni durumun kalıcı mı, yoksa ani bir karşılıklı refleks mi olduğunu önümüzdeki haftalarda göreceğiz.
Toplumsal ve siyasal devrim, demokratik cumhuriyet, uzun süren ikili iktidar gibi devrimci olasılıklardan ilerleyerek günümüzdeki gelişmeleri anlamlandırmaya çalışmaya devam edeceğim.