Ahmet Güneş
Ölümüzü yerinden, dirimizi aklından ettiler. Evimizden barkımızdan sürgün düştük. Sonra çok kan döküldü. Tabağımızdaki zeytinin ağacını da yaktılar. Velhasıl, onlar durmadı, biz de durmadık. Onlar yorulmadı, dedik biz de yorulmayız. Sonra bunlar birçok hatta binlerce kişinin ağzı. Yıllardır burası bu kadar konuşabiliyor. Suskunluk el etek çektiğinden beri cümlelerden; konuşulanlar, anlatılanlar hep kuyruklu. Çok uzun. Dumanlı dağlar kadar ufkunu kaybetmiş olanlar.
Evden sokağa, şoseden asfalta, topraktan taşa bir de ikametinden uzaklaştırılan heykeller, anıtlar ve ismi değiştirilen parklar, meydanlar, binalar. Yasaklı dilinin bulduğu isim yüzünden dört duvar arasına giren mi dersin, yıllar önce gittiği bir yürüyüşten evinde hapis olanı mı dersin, evladının katilinin mahkemeden nasıl elini kolunu sallayarak giden üniformalıyı mı dersin; ne desen buraya yetişmez. Çünkü burası çok derin. Burası köklerinin nerede kaldığının akıbetini kaybetmiş unutkan bir ağaç gibi.
Kelimeler şüpheli, anlatılanlar gölgeli. Hasta derdini söyleyememeli, kimse adıyla çağrılmamalı. Her yol tabelasının yalancısı. Zan altına alınan herkes bir miktar cezalı başlıyor suçuna. Dağ taş, toprak çamur, kaldırım çukur, her biri bir diğerine tehlikeli. Zaman ve mekân birbirinden şüpheli.
Neyse ki hepimizin bir adımı var, nereye baksak ya da yürüsek, her yer ortalama aynı kedere eğimli. Benzer kadere de tiryaki. Telaşla yürümek, seslere duyarlı olmak herkesin aklı kadar kendine yakın.
Nar taneleri gibi dağılsa da kabuğunu unutmaz bizim buraların insanı. Biz ne çok dururuz sayılarda, zaman bile bunun kıymetini bilmez. Çağdışı dünyada nam salmak, hani tekerlek icat etmek ve füze yapmak ne kadar da tenha. Sürekli serin dolaşırız burada, herkese tam, kendine eksik. Değişiyor ansızın iç ve dış, burada ya da sonrakinde. İnsan işte, iki kararda bir araya gelemiyor.
Çok kavga mazereti var dünyada. Bir yakarış bir isyanı çağırıyor, bir tokluk başka bir açlığı sayıklıyor. Şaşkınlık yok bunda, insan tek taraflı bir ayna, sonra madalyon eskir, efsane bir başka anlatılır. Değişen mazeretler birbirini sevmiyor. Sonra insan da birbirini sevmiyor. Her şeyin herkesi var, herkesin bir şeyi de var.
Biz burada ne kadar böyle, diye bir rüyadan uyansak bir sabah? Gördüklerimiz ve görmek istediklerimiz karşı karşıya gelse. Baştan başlamak yepyeni bir ihtilal, devrik yazılmış bir cümle gibi. Önce kendini görür bir sabah. Sonra başlar nam salmaya. Yerleri değişmeli bazen eşyaların, bazen insanların. Tabiat böyle, ottan buraya, sudan şuraya, geldiğimiz yere vardık.
Sonra yine devam ettiler. Neler düşünsek, neler hayal etsek birinden uzağa diğerine kâbus olmak istediler. Devam ettik, hiç durmadan. Yalan dolan, oramızdan buramızdan gelip bizi sokan ya da yanlış bir sokağa sokan. Çevremiz kötü, biz daha iyi olamadık. Sonra bir emir gibi alışkanlık: ölüsü ya da dirisi için hep aynı sokağa, her yerden oraya.
Sessizlik bile gelir. Fırtınadan, kardan ve kahrolmaktan sonra bahar gelir, geliyor. Gelsin artık diye kocaman ateşler yakılıyor. Sesimizle çiçek açsın, bahçe bu dünya, diyen biri varsa, onunla, o da gelsin, onlar olsun.
* Haftanın kitap önerisi: Murat Özyaşar, Sarı Kahkaha / Doğan Kitap