Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul’da, TRT World Forum adlı organizasyonda yaptığı konuşmada dillendirdiği “Avrupa ile ortak geleceğimiz olamaz” ifadesi, üzerinde durmayı ve düşünmeyi hak ediyor.
Bu konuşmayı dinlerken Sayın Cumhurbaşkanı’nın, iktidarının icraatlarını tanımlarken sıkça kullandığı “Neredeen nereye?” diye soran sesi çınlıyor kulaklarımızda.
Hafızamızda kimi görüntüler yeniden şekilleniyor. Örneğin, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde, dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak Erdoğan’ın nasıl hararetle karşılandığı, AB Konseyi üyelerinin kendisiyle kucaklaşmak için nasıl koltuklarından fırladıkları görüntüleri geliyor gözümüzün önüne.
Sovyetler Birliği’nin fiilen yok oluşunun ardından Avrupa, yenidünya düzenini küresel sermayenin gereksinimleri yönünde, neoliberal ilkeler üzerinde yeniden inşa ederken, Türkiye Başbakanı’nın şahsında ideal bir yol arkadaşı bulduğuna inanıyordu.
Erdoğan iktidarının ilk yıllarında gerçekten de ülkede esen özgürlük rüzgârlarıyla Türkiye’nin küresel bir çekim merkezi olduğu yanılsaması yaşandı.
Küresel entegrasyonun önemli araçlarından biri sayılan Erasmus programlarında Türkiye, Avrupalı öğrencilerin ilk tercihleri arasında gösteriliyordu.
Yaşanan bu bahar havasının arka planında ise, serbest piyasa ekonomisinin gereksinimlerini karşılamak üzere ülkedeki sanayinin şekil değiştirmesi, birkaç yıl öncesine kadar ülkenin motor gücü olan tekstil sektörünün en baştan, iplik ve kumaş üretimi aşamasından başlayarak tasfiye edilmesine tanık olduk. Özelleştirme politikaları cumhuriyet tarihi boyunca üretilen değerleri hoyratça tasfiye ederken, ülkenin ekonomik altyapısının imha edildiği görülemedi. Görenler ise çağdışı olmakla eleştirildiler. Sümerbank’ın dokuma fabrikalarını özelleştirenlerin alaycı bir üslupla “Devlet pijama mı üretir?” sözünü buruk bir acı olarak anımsıyoruz.
Mesele üretimde kamu gücünün tasfiyesi ile sınırlı kalmadı. 20 yıllık AKP iktidarı sürecinde ülkenin tarımı da çok ağır darbeler aldı. Öncesinde ‘kendi kendine yeterli’ olarak tanımlanan tarım ve hayvancılık yıllar içinde dışa bağımlı hale geldi.
Esasen bu politikalar Avrupa Birliği’nin öngördüğü, tekelci sermayeye alan açan uygulamalar olarak değerlendirilebilir.
Ancak AKP iktidarı, içinde doğup serpildiği ideolojik kültürün gereklerini uluslararası siyasete taşıdığında Avrupa ile kurulan köprüler de yıkılmaya başladı. Türkiye Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve Doğu Akdeniz’de izlediği siyasetle Avrupa’dan uzaklaştı.
Bu uzaklaşmada ülkede etkili olan insan hakları ihlalleri de önemli bir rol oynadılar. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, 20 Temmuz itibarıyla hükümetin uygulamaya soktuğu sivil darbe süreci, geleneksel devlet işleyişini berhava etti.
Toplum güvenliği iddiasıyla kurulan polis teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, bekçi statüsünün yeniden kurumsallaşmasının yanı sıra, SADAT gibi özel silahlı birimlerin oluşturulması, köy koruculuğu sisteminin yaygınlaştırılması ve paramiliter silahlı grupların örgütlenmesiyle toplumun tehdit ve baskı altına alınmasına tanık oluyoruz.
Avrupa ortak kültürünün en önemli özelliklerinden biri sayılan ifade özgürlüğü, yargının uluslararası hukukta karşılığı olmayan ceza maddeleri yoluyla rafa kaldırıldı.
Emeğin ve ayrımcılığa uğrayan tüm kesimlerin her türlü itirazı zor yoluyla engelleniyor.
Avrupa ortak kültürünün benimsediği siyasi değerler insanlığın küresel kazanımıdır. Yurdum insanı bu değerleri inkâr etmeye razı olmaz.
Bu durumda Cumhurbaşkanı’nın “Avrupa ile ortak geleceğimiz olamaz” sözünü Türkiye olarak değil, kendisi ile temsil edilen ve ilk seçimde gitmesine kesin gözüyle bakılan iktidar anlamında söylediğini var sayabiliriz.